30 Ocak 2016 Cumartesi

canı yanıyordu, baş ağrısından şikayet ediyordu. Başındaki ağrının şiddeti göz kapaklarının düşüklüğünden anlaşılıyordu. başını oldukça bastırıyordu yastığa. Nedenini anlayabilmiş değildim ama sonradan başıma şiddetli bir ağrı girince fark edecektim baş ağrısını kısmi bir şekilde durdurmak için yapıyordu bunu. bardağa su doldurdum, baş ucundaki sehpaya koydum. Evden çıkmadan önce yaptığım bitki çayından bir kaç yudum almıştı. diğer bardakların içinde kalan kalıntılardan küflenmeye başlayanlar vardı. Hepsini tek seferde alıp mutfağa götürdüm. Çok kotu haldeydi, ben bu kadar kotu olmasına dayanamıyordum. Sevdiği yemekleri yapmayı düşündüm, onu mutlu edebilme ihtimaline bile ihtiyacım vardı ve rus salatasıyla tavuk yapmaya başlamadan önce bir kez daha kontrol etmek için yanına gittim. Uyuyakalmış. Şu son günlerde uyuması çok nadir oluyordu, uyusa da her seferinde çığlık atarak uyanıyordu. Ve daha sonrasında durdurulması mümkün olmayan bir ağlama geliyordu. Şu son hafta yaşadıklarımızdan sonra bu halde olması bana çok normal geliyordu. eve geldiğimde merdivenlerin bitiminde bulmuştum onu. Başı donup duştu zannetmiştim ilk gördüğümde. Hastanede doktor gerçeği söyleyince ne yapacağımı bilememiştim. jilet yerleştirip kendini merdivenden aşağı atmıştı. Bu kadar korkunç bir şeyi nasıl yapabilmişti. Bu müthiş korkuya nasıl dayanmıştı, düşündükçe gözlerim doluyor. Onun bu halde olması çok normaldi. Sevdiğine inandırıldığı adamın çocuğunu taşıyordu ve adam çocuğun varlığını duyunca onu terketti. Yanında olsaydı belki daha kolay atlatırdı bunları, daha mantıklı çözümler bulabilirdi. Jiletle duşuk yapmaya çalışmazdı en azından. Azıcık da olsa yemeği yemişti, vücuduna vitamin girmeliydi bu bahaneyle biraz yedirebilmiştim. Hava kararmaya başlamıştı, evin tüm ışıklarını yaktım. Sürekli çalışan televizyonun kumandasını ona verip istediğini açmasını sağladım. Bir sure beraber film izledikten sonra durdu. Biraz geri sardı. Sonra bunu bir kaç defa daha yaptı. Sırtını bana dönüp ağlamaya başladı. Televizyondan gelen ses sürekli aynı cümleyi söylüyordu. "Başımın içinde biri bağırarak konuşuyor, ve ben o konuşan kimse bulup boğmak istiyorum."

29 Ocak 2016 Cuma

ağlamaya başladı baba saydığım tanrı. ben Jeanne'nın acı çekişini hissediyordum. İşkence çekiyordu ben kendim kaybetmişken. Ruhumun ait olduğu her şey yıkılmaya başlamıştı. Jeanne ölmek üzereydi ve tanrının ölümü mümkün olsaydı o da intihar ederdi. ben olduğum her şeye ihanet ediyordum, ve bunu umursamadan yapıyordum. Ve bir de o vardı. soğukta beni bekleyen bir adam. Benim yüzümü görmek için bekleyen ve sonra bilmediği şehrin sokaklarında kaybolan. en güzel kayboluşuydu ve ben en büyük trajedime uyanmıştım.herkese ihanet ediyordum. Tanrı beni evlatlıktan reddetmek üzereydi, Jeanne'nin katili olacaktım. Ve bunları bana sunan bir gün yüzümü görmeyecekti.

28 Ocak 2016 Perşembe

benim yarışım, benim kararlarım. senin dinlenip mutlu olma lüksün var.
konuşurken ellerini çok kullanıyordu, parmakları arada bir kasılıyor ve ellerini sürekli birleştiriyordu. dudakları konuşurken titriyordu ve bu ritimli titreme heyecanlı duruşunu bütünlüyordu. yalan söylediğini hakim olduğu bir konu hakkında konuşmaya başladığında anladım. hayatım boyunca bir sürü yalanla karşılaştım. insan neden yalan söylerdi, ben neden yalan söylerdim. acaba ben yalan söylerken insanlar bunun doğru olmadığını anlıyor muydu? belki de yalan söylerken o kadar güzel oynayabiliyordum ki duygularımla artık gerçek bir şeyden bahsederken bile karşımdaki insan yalan olduğunu düşünebilirdi. alışmıştım. yalanla aşınmıştım. ben kendi yalanlarımı düşünürken o samimiyetsiz suratına bakıyorum. gerçekten itici bir suratı var. ben neden burada oturuyorum? neden bu konuşmaya katlanıyorum.

25 Ocak 2016 Pazartesi

kınayı karmaya başladım. küçükken annemden duymuştum "kına karmak". çay tabağının yetmeyeceğini biliyordum ama kına donar diye çay tabağı daha mantıklı gelmişti. meraklı gözlerle beni izliyordu, hırkasını çıkarırken. ona çok güzel bir ses tonuyla soyun demiştim. kaç defa olduğunu hatırlamıyorum ama o kadar çok sormuştu ki ne yapacaksın diye, benim cevap vermemekteki ısrarımı kavrayamamıştı. hırkasını camın yanındaki sandalyeye astı,onu izlemiyordum ama izlememi istediği seziliyordu. tekrar ne yapacağımı sordu, cevap vermek için başımı kaldırdığımda pijama olarak giydiği tişörtünü çıkardı. ne kadar da kurnaz bir adamdı ve bunu sıfatına yakışır bir şekilde yapıyordu. duraksamamaya çalışarak ondan rica ettiğim şeyleri yapmasını istedim. tişörtü de sandalyeye kibarca fırlattıktan sonra sandalyeye oturdu. neden oturuyorsun der gibi baktım. Onunlayken kelimeleri kullanmak saçmaydı, kelimeler kendi gereksizliklerini biliyormuş gibi kendilerini göstermiyorlardı. bizim anlaşmamız için sade bir sessizlik yeterliydi. ayağa kalktı ve yanıma gelip oturdu. "bana sorman gereken bir şey yok mu?" ne mükemmel bir soruydu, ne yapmak istediğimi anlamış ve onun bedeni için ondan izin istememi bekliyordu. "pantolonunu da çıkar bence" bunu dedikten sonra yüzündeki ifadeyi aklımdan çıkaramıyorum. bu cesaretim onu çok şaşırtmıştı, ve tabi hoşuna da gitmişti. "pantolonunu çıkardıktan sonra yatağa uzan" ve eklemiştim "yüz üstü". ne olacağını merak ediyordu. ve bu merak onu dediklerimi yapmaya itiyordu. kınayı kararken küllükte yolunu bulmuş sigaramı söndürdüm, çay tabağı ve kalemimi alıp yanına gittim. ellerini iki yana açmasını söyledim. küçükken anneme masaj yaparken vücuduyla elleri arasında bacaklarımın sığabileceği kadar bir mesafe olurdu, o mesafeyi sağladı. elimdeki çay tabağını yüzünü çevirdiği lambanın yanına koydum. sırtı çok güzel gözüküyordu. soğuk karışımımı sırtına değdirdiğimde irkildi. bir anda doğruldu "istemiyorum". ne demek istemiyorum! nasıl bu kadar güzel bir şeyi istemez. en güzel tuvalim seçmiştim onu. hiç bir beyaz bez bu hissi bana vermeyecekti hiç bir insan buna layık olamamıştı. onun teninin güzelliğiyle benim parmaklarımdan akanlar kıskanılacak bir sanat eseri oluşturacaktı. bunu nasıl istemezdi. hem bu güzel diye tabir ettikleri o iğrenç sevişmelerden daha hisli bir şeydi. sarılmaktan biraz daha öte.

23 Ocak 2016 Cumartesi

bu ne güzel bir resim, sen ne güzel bir ressamsın. dudaklarımda yaralar çıkıyor başka adamlar değdikçe, delilik kalemimden akıyor tenine, ve içinde dağılıyor, şeffaf teninden görünerek. parmak uçlarımla yön veriyorum deliliğine, benim parmak uçlarımdan akıyor hayat. damlıyor çocuklarımız odanın nemli tavanından, odan ölümler dolu rutubet kokuyor. sağındaki ışığın etrafında dönüp duruyor sivrisinekler, bizim dansımıza özeniyorlar. her şeye rağmen dans edebilme cesaretimizi kıskanıyorlar. bana kalsa boyarım gökyüzünü, bana kalsa her yeri boyarım. ama gözlerindeki gökkuşağını çıkarsak göreceksin yatağındaki küçük mezar taşlarını. kendine kızacaksın, acıyacaksın ayak izinden bebek mezarlarına. toprağa bulaşan çıplak ayaklarını öpmekten bıkmayacak çocukların. tanrının sana verdiği güzelliğe renk katmak için var edilmiş sanki, tanrı ilk önce senin heykelini yapmış bulabildiği en güzel çiçek kokularından, rengini seçememiş ve bana ruhundan bir parça bırakmış sana rengini katmam için. sen ne güzel bir renk, ne güzel bir şarkı olacaksın. ayaklarımı dayadığım balkon demirleriyken ses tellerin notalarını yazdım ve maskelerini çıkarıp şarkı söylemeye başladılar boğazına yerleşmiş köylü farelerim. tüm masalları değiştirdim, prensesler savaşıyor artık, cadılar deterjan yapmaya başladı, prensler hayalperest. yeni yazdığım masallarımı anlatacağım sana, huzurlu uyumak istediğin gecelerde. sen ne güzel bir ruh, sevdiğim karalamamsın.
bir şey söylemek istemedim aslında, bir sıfata sığdırmak ya da uzun cümlelerle insanların kıskanacağı bir hikaye anlatmak.hiç birini istemedim. öylesine yazdım bunları, yazmam gerekli mi ki diye düşünerek yazdım. bu kadar anlaşılır olmak canımı acıttı okuduğumda. çok açıktı hepsi, çok basit, çok sade. Öyle güzel bir hissi bu kadar basit anlatmak... hakkını veremedim hiç bir şeyin kalemimi hediye niyetine bıraktım zaten bir ağaç kovuğuna. bir sıfat vermek zorunda mıyız yaşadıklarımıza? peki ya kendimize? ben insan olmak için çabalıyorum. daha büyük sıfatların hiç birini kabul etmiyorum. ve üzülüyorum, büyük bir üzüntü. kelimelerle anlatmaya çalıştığım için üzülüyorum. bana kalan şeyleri insanlara sunmak, insanların o gereksizlikleriyle okuyacak olması, boyle iğrenç insanlara güzel hisleri anlatmaya kalkıştığım için üzülüyorum.

21 Ocak 2016 Perşembe

kendimle başbaşa kalmaktan kaçıyorum, sürekli yapılması çok önemliymiş gibi gösterdiğim işler çıkarıyorum kendime. düşünmeye fırsat vermemek. güzel bir çaba içine girmişim. uyduruk çabalar. ve kendime yeni trajediler üretiyorum. acı, yaşadığını hissettirir insana. otobüste bülent serttaş çalıyor. bence hep birlikte kalkıp şarkıya eşlik etmeliyiz. otobüsteki tüm insanlar aşırı mutsuz ifadeler benimsemişler, gerçi hepsinin yüzüne bakmadım. aslında hiç birinin yüzüne bakmadım ama mutsuz olduklarını görebilmek pek de zor değil. memnuniyetsizlik. düşünüyor musun yanımda oturan güvenlikçi amca işine şukretmen gerektiğini, ya da sen arkamda oturan delikanlı sen gözlerinin kıymetini biliyor musun? Tabi ben bunları soramadım, sormayı çok isterdim. Bazen istediğimiz şeyleri yapamayız, yapmamamız gerekir. gitmek isteriz, işimiz ve bağlı olduğumuz bir ailemiz vardır. kimseye bağlı olmamak iyi bir şey mi? büyük bir yalnızlık. midem bulanıyor, evime gidiyorum. evim olarak benimsediğim yere. tüm evler yıkılır ve tüm anneler bir gün ölür. seni ölüm anne kılıyor.
eşit kollu teraziyi tahterevalli yaptığım gecenin sabahı, kahverengi takım elbisesini giyinmiş kır saçlı adam çocuk parkında, yıllar önce öldüğünü düşündüğü çocuğunun mutluluğunu izliyor. mutluluğun kaçıncı tonundayız, hangi makamdan söylüyorlar ölü çocuklar şarkılarını, ve biz kaçıncı çocuğumuzu öldürdük sabaha karşı. sabahın beşinde doğdu çocuk gri şehirde, ne güzel bir rengi var bu şehrin. pencereden öte griyi koyu maviyle selamlıyoruz. keşfettiklerim sanki sadece benim değil, önceden hissedilmiş. güzel kadınlar ve adamlar. güzel adamlar. kaç güzel adam kaldı ki, güzel sesli bir kadının şarkılarında kalan. topalladım bir süre, kıvırcık sarı saçlı bir kadın olup yolun karşısına geçtim, iyi yürekli diye kendini tanımlayan insanlar bana öncelik verdi. iyi yürekli, acıyarak bakan.. kendime güzel trajediler doğuruyorum, çocuklarımı öldürüp çocuk gibi adamları seviyorum. uyurken kirpiklerini tek tek boyuyorum, avuç içlerine şehrin griliğini yok edeceğine inandığım mandalina fidanları ekiyorum. beyaz duvarlara kovalarca boya döküyorum, sonra tenimdeki boyaları tırnaklarımla kazıyorum. tenimin rengine özlem duyuyorum. hangi boyaları karıştırırsam karıştırayım beceremiyorum o rengi bulamıyorum. kollarımı açıp beni ezecek arabalara kucak açıyorum, açıyoruz. soğuk ölümün güzelliğine ikna ediyorum adamları. bira şişelerinden bir kabile oluşturuyoruz, zenci kadınların kıvrımlarının olduğunu düşünüp tüm şişeleri karşıdaki çatıya atıyoruz. martıların ayaklarına ölü zenci kadınlar batıyor, pencere önünde sigara içip onları izliyoruz, kahkaha atmakla ağlamak arasında bir yerdeyiz. sarhoş olmanın ne denli bir şey olduğuna dair sohbet ediyoruz, ben gereksizliğini savunuyorum. insan yapmak istediği şeyleri yapabilmek için yeterli cesarete sahiptir ne gerek var bir bahanenin altına sığınmaya diyorum. çocuk olmak için mey mi gerek illa? aldığı bira şişelerinden birini alıyor eline, bahanesinin eksikliğini hissetmiş olacak ki atıyor karşı çatıya. kuşlar her yere kan damlatarak uçuşuyor korkudan. üşüyoruz. pencereleri kapatıp karşısındaki kanepe de oturuyoruz. ilk girdiğimde sarı ışığı rahatsız eden odayı inceliyorum. odanın denizi ve gökyüzü birbirine çok uzak, gerçekte de bu kadar uzak mı gökyüzüyle deniz? denizin üzerinde uyuduk bir süre, suyun üzerinde gecenin bir vakti, soğuk da aslında çok hissettirmedi kendini o sırada. yıldızlı gökyüzüne bakarken geldi güzel soğuk. Kumu battaniye yaptık kendimize. dolabında ayak izimi bıraktım, kalıcılığı tartışılır ama ayak bastığım yerde yeni dalları filizlendi öldürülen ağaç parçasının. o görmedi. bakmıyordu. saçlarımı topladığım kalemle ses tellerine notalar çizmek istiyordum. o kalemime karşı bir kılıç hazırlıyordu. ne gerek vardı savaşmaya? hem kendimizi koruyacak bir kalkanımız da yoktu, yastığı keserdi kılıç, kağıdı delerdi kalem. bu bir savaş mıydı bilmem, ama güzel yenilgiler attık sepetlerimize. benim gözümdeki yenilgiler onun kirpiklerinde gökkuşağıydı. her kadın gibi olumsuzlukları görmekten alamadım kendimi, kaçacak bir evim yoktu. kaçtığım bir ev oldu, belimdeki kuşağımı çıkarıp yüzümdeki savaş boyalarıma dokundu. sonunda ölmedik ya, ne o beni kılıcıyla yaraladı ne de ben onun yüzüne bir şeyler karaladım. biraz yüzdük biraz uyuduk, kuşların ayaklarını kestik, bugünün çocuk katili biz olduk. ölmedik. birbirimizin çocuğu olup, birbirimizin çocukluğunu sevdik. sarılmak dünyanın en kıymetli şeyiydi. sarılmak beraber gömülmek gibiydi.

19 Ocak 2016 Salı

bir adam beni öldürmek istiyor, Sigaramı söndürmek her yazımda yaktığım. döndürmek ilerdeki dönüşten, büyük harfleri üzerime yıkmak istiyor, Sağımdan solumdan yeni yeni çocuklar filizleniyor. tenime güzel gülümseyen kirli çocuk tohumları ekiliyor. tenim toprak annesinin yerini almış olmaktan huzurlu. pembe yastıkta parlıyor kimine göre uzun tırnaklarım. tırnaklarımın arasındaki siyah kahverengi kirlerden koyu bir çizgi var, yaşasın tırnaklarımın içine asfalt döşemişler artık parmaklarım her tenin uğrak yeri olcak. bir adam parmaklarımın uçlarına mandalina ağacı dikmeye çalışıyor,portakal fidanları son oksijenlerini üretiyorlar bana sunmak için. sanki her şey dile gelmiş konuşuyor. ben aynaya bakmak istemiyorum. bir adam ses tellerimi öpüyor, sesim kısılmıyor ben kendime kızıp boynumu kesiyorum.

15 Ocak 2016 Cuma

güzel bir dostumun sesiyle uyandım diyebilirim bugün, mutlu sabahlara uyanmak gerçekten güzel ve ardından güzel saatleri de getiriyor. bugün dostumun sayesinde biraz daha gözleri açık gezdim. hayal dünyamda - tapmak üzere olduğum hayal gücümle- yeni seyahatlere çıktım. telefonu kapattığımda, telefonda konuşurken yaktığım sigaramı yarılamıştım ve diğer yarısını da karşımda duran dantel perdeyi inceleyerek içtim. kambur duruyordum sandalyede, evde kimse yoktu. büyük bir şey başarmıştım güya ve eve gelip olan bitenin üzerine ilk sigaramı yakmıştım. o sigaranın ikinci yarısını içerken hayatının büyük yüzleşmesini yaşamış biriydim. yıllardır beklediğim, sinirimi biriktirdiğim yüzleşmeyi gerçekleştirmiş, o kutu kadar görüş odasında karşımdaki adama hesap sordum, ve hesap sormanın aslında bu öfkeyi dindirmediğini ya da bu hissi durdurmadığını görüş odasında fark etmiştim. sigaramı içerken, hayatımın en büyük başarısının sevinciyle en büyük boşluğunda buldum kendimi. babamı öldüren annemle yüzleşmiştim. sigaram bittiğinde yüzümdeki hafif gülümsemeyle banyoya gittim, giderken koridorda soyunmaya başladım. istemsiz gülümsemem büyüyordu. suyu açtım. banyo oldukça soğuktu. küvetin içine girdim. duş başlığını mikrofon yapıp şarkı söyleyebilirdim o sırada, ve bu o an için eğlenceli de olurdu. bir an duraksadım, eğik olan duruşumu düzelttim. insanlar neden dik duruyorlar diye düşündüm. güçlü oldukları için dik bir duruşları vardır, hayır, dik durarak güçlü gözükmeye çalışırlar belki de bundan güç alıyorlardır cidden. benim güçlü durmam lazım, iki kişiyi öldürdüm bir seri katil duruşunu kaybederse teslim olmuş demektir duruşunu düzelt! bir seri katil olsaydım şampuan kutusunun kapağı kapalıyken çalkalamayı unutmazdım, en küçük ayrıntıya dikkat etmelidirler çünkü. saatlerce duşta kalmazdım, on ya da on beş dakikada bitirirdim bir seri katilim ve benim için hız çok önemli. ve önlenebilir telaş artık hayatıma yer etmiş. bir seri katil olup uyandıktan hemen sonraki duşumu aldım. duştan çıkıp temiz kıyafetlerimi aldım dolaptan ve salona geçtim. neden salona geçtim ben? salon daha sıcak, neden salon daha sıcaktı çünkü biz diğer odalarımızı ısıtamayacak kadar fakirdik biz. fakir bir ailenin küçük kardeşleriyle ilgilenmek zorunda olan ablasıydım ben. değildim ama oluverdim işte. hızlı hızlı giyinmeye başladım acaba az önceki seri katil yapışmış mıydı bana? belki de kardeşlerim gelecekti okuldan ondan hızlı olmalıydım. yok öyle değildi. daha başka bir şeydi. kendimi kapatmak istiyordum, tenimi görmeye dayanamıyordum oysaki on dört yaşındaydım. baldırımdaki morarmaları istemeyerek de gördüm ve oturup ağlamaya başladım. fakat ağlamaya vakit yoktu her an eve gelebilirdi ve benim tenimi asla görmemeliydi. evde kimse yokken üstüme gelirdi, tekrar aynı şeyleri yaşamak istemiyordum sürekli bu durumu yaşamamak için kaçtığımı fark ettim. kaçınılmaz bir şeyden kaçıyordum. ve bu on dört yaşındaki kızın beş dakikasını yaşamaya katlanamadım. uyandığım gibi telefonla konuşup duş almıştım ve kahvaltı vakti gelmişti, kendime tost yapmaya karar verdim. küçük bir dükkandaydım. şu son bir iki gündür pek müşteri gelmiyordu bizim dükkana. işler kesattı anlayacağınız. iki kişi geldi, "iki çay bir tost dayı! çaylar tostla gelsin." dayı olmuştuk sabah sabah, iyi dedim ocağı yaktım tost makinesini koydum ocağa. ekmekler zaten hazır dilimlenmiş geliyor koy arasına peyniri, ne pratik şey. hemen hazırlayıp götürdüm, içeri gelip televizyondan haber kanalını izlemeye başladım. çocuklar çayları bitince abi biz kalkıyoruz diye geldiler. "hesap ne kadar tuttu abi?", "beş buçuk lira kardeşim". biri arka cebinden cüzdanını çıkarmaya çalışırken diğeri televizyona bakıp "ülkeyi ne hale çevirdiler şerefsizler"dedi. bir an beynime giden kanı hissettim. "ne hale çevirmiş şerefsizler?" deyiverdim. ülkeyi kimin bu hale getirdiği az çok belliydi, hepimiz el birliğiyle yaşadığımız toprağa şükretmeyi bir kenara bırakıp kendimizi bir şey sanıp ona buna çamur atmaya başlamıştık. "abi niye köklerini kazımıyorlar peki, niye indirmiyorlar hepsini aşağı?" dedi, "indirilmesi önemli tabi de, çıkaran çok mu masum" tarzında eğitici cümleler kurdum, o an bu cümleleri bu kadar rahat söylemiyordum tabi, sinirliydim, hem çocuğum yaşımdaki oğlan çocuğu bana bağırıyordu ve benim dükkanımda. bir anda "ben böyle bir yere hesap falan ödemem" demeye başlamasın mı? sanki ben onun beş lirasıyla hayatımı kurtaracağım. sinirden deliye döndüğüm an işte o andı. dükkanın kapısından bağırmaya devam ediyordum, tartışmasını bile beceremiyorduk. tost yapan abi ruhumu kaybettiğim an ise saate baktığım andı. saat geçiyordu ve ben arkadaşlarımla buluşacaktım. hemen hazırlanmaya başladım. dolabımı açtım, tüm elbiselerim oradaydı onlara tek tek dokundum. bu sefer uç bir yerdeydim hissediyordum. içimde bir kıpırtı ve korku vardı. hayat kadını mıydı? hayat kadını olsaydı bu heyecan niye? dolabın kapağındaki aynaya baktım, saçlarım normalden çok daha kısa, yüzüm tahriş olmuş. ellerime baktım boğumlarda normalde bu kadar kıl yok ki. ve o an heyecanım daha artmıştı. peki kimin odasındaydım, gözlerimdeki parıltı buranın benim odam olmadığını gösteriyordu. biri bana bu hissi yaşamam için fırsat tanımıştı. ona minnet duyuyordum. kıyafetlere bir kere daha dokundum, bu sefer daha dikkatli, üzerlerindeki parfüm kokusu elime sinecek şekilde. ışıl ışıllardı. koyu mor olan vardı, askıları ve göğüs kısmı pul işlemeli. çok güzel gözüküyordu. onu alıp üzerime tuttum, bana yakışacak mı merak ediyordum. sonra siyah ve krem rengi olanlarını da denedim. o kadar büyük bir histi ki yaşadığım sol göğsüme sırtımdan bir soğuk kılıç saplıyorlardı sanki. dolabını kapağını kapattığımda yan tarafta makyaj masası olduğunu gördüm. iki taraftan ışığı vardı, üç tane peruk asılıydı, masanın üzerinde renk renk ojeler ve kapağı açılmış rujlar vardı. benim için özel olarak açmıştı, çok mutlu oldum, duygulandım. kıyafetlerin verdiği mutluluk ve güvenle bir ruju elime aldım, koyu tonlardaydı, koyu kahverengi. dudaklarımın bu kadar güzel gözüktüğünü hatırlamıyordum. bir kadın dudağıydı adeta. keşke tıraş olmaktan cildim bu kadar tahriş olmasaydı diye düşündüm. bir kadın olmak bana cidden çok yakışıyordu. fakat makyajımı bitip gitmem gerektiğini hatırladığım için hızlıca hazırlandım. iki üç saatim bunları yaşamak ve hissetmekle geçti. belki hızlı bir geçiş diye düşünebilirsiniz, ama insan hissettikçe var oluyor. hissedin azizim, düşündüğünüz kadar korkutucu bir şey değil. gününüzü güzel eden dostlarınız olsun, teşekkürler.

12 Ocak 2016 Salı

birbirinden bağımsız ve tamamen birilerinin hayal gücünden çıkma saçma simgeleri peşpeşe getirip garip sesler çıkarıyoruz. Karnımdan çıkan sesi taklit ediyorum. Parmağım ben kokuyor. Bir an yazılarımdan anlam çıkarmaya çalışan insanlar geliyor aklıma. Belirli dönemler olmuştu, bu dönemlerde değişmeyen tek şey hayatımdaki insanların o sıralar yaşadığımız olaylar hakkında benim düşüncemin en saf halini bilmek istemeleriydi. Onlar bilmek, okumak, beni anlayıp bana göre siper hazırlamak istiyorlardı. Büyük bir savaşın içinde olduğumuz daimi. Bana bile bir savaşın içinde olduğumuzu kabullendirmişlerdi ve ben her savaş sonrası kazandım ya da kaybettim demektense 'yaşasın, bitti' diyebildim. ki bu cümle 'hala vicdanını kaybetmedin kızım' deme şekliydi tanrının. Ne diyordum ben, ha herkesin kendisi gibi gördüğünü söylüyordum insanları. Dışardaki tüm erkekler sapık mesela, bugün otobüste taciz eden yarın öbür gün bir kızın babası. Yine hızlı düşünme dediği şey oldu, yine gözümün önünde bilmiş tavrıyla konuşan bir adam belirdi. Güzel yaşayacaksın kızım diyerek beni öldürmek isteyen turuncu tenli kısa bir adam. Aslında şuan samuray jack yerine başka bir şey olsaydı ne bu yazıyı yazar ne de bu turuncu yapraklı dallarla örtülmüş çukur adamı düşünürdüm. Samuray jack tamam sevilebilir,tarzı farklıdır, kendine güzeldir ama ben onu izlerken kötü bir his doğuyor içime. Samuray jack bitene kadar yazacağım size. Açıkça söylemek gerekirse, insan tek başına olduğu hissinden uzaklaşmamalı. İki ayak üstünde durabiliyorken birine sarılmak için debelenmemeli insan. İstediğim şeyin tadını alınca anladım yalnız kalmak olduğunu. Evden dışarı çıkmıyorum bu aralar, ev çizgi film çikolata ben. Yazının başında bahsettiğim karnındaki seslerim var bir de. Sanırım ben doğarken yitirdiğim çocuklarımdan ölenler var yine. Düzenli olarak katil olmak bu seslere katlanma zorunluluğu getiriyor. Kendi sesimle uyanacak kadar yalnız olmayı sevdim.

4 Ocak 2016 Pazartesi

"anlatmam gereken çok şey var." pişmanlıklarından sıyrılıp gelmişti kadın. uzun süredir her gece kabus gördüğünden, oldukça uykusuz gözüküyordu. sanki aylardır sadece koşuyor hiç derin nefes almasına izin verilmiyordu. vücudunu hissedebilmek için yemek yemiş her gün, her gece. yatağında yemek yediği için kabuslar gördü geceleri belki de, bilinç altında canavarlar ölmüştü çoktan. geceleri üzerine yattığı yiyecek kırıntılarıyla onları beslediğini bilmiyordu bile. biri ona yatağında yemek yeme dememişti ki, kimse uyarmamıştı. insanların yemek masaları vardı, kimse başka bir insanın nerede yemek yediğini umursamazdı. istersen bir kuş yuvasından ekmek kırıntısı çal onu ye, istersen çocuğuna yemeğin olmadığını söyleyemeyip bir an önce onu uyutmaya çalış. kimse dönüp sana bakmazdı, hepsinin kendi masası vardı. sıcak koltukları vardı. koltuğu olan zaten rahat yaşardı. kadın anlatması gereken "çok şey"i sadece düşündüğünü fark etti ve gerçekten ne kadar çok olduklarını. bir cümlenin sonu gelmeden ikinci paragrafa geçiyordu. can acıtan bir durumdu. ben o kadın kadar hızlı düşünemiyordum ya da düşüncelerimi bu kadar açık bir şekilde dışarı vuramıyordum hem de bu hızda. çok akıcı gidiyordu, ve kadının kendi kendine olduğunu bildiğiniz konuşması bittiğinde yüksek bir dağın tepesine gelmişsiniz de artık atlamanız gerekiyormuş gibi hissediyorsunuz. duygudan duyguya hızlı sokuyor bu sırada verdiğiniz tepkileri de kontrol edip size göre kendini durdurmayı beceriyordu. insanların yanında konuşmuyordu pek, insanların yanında konuşmak acı verici bir şeydi. kendi kendine konuşuyor, duvarlara yazılar yazıyordu. duvarlarında yazılar vardı, siyah duvarlarda tebeşirlerle yazılmış hiç bir dile benzetemediğim yazılar. perdeleri üzerinde büyük delikler olan bir danteldi sadece. insanların onu görmesini engellemek için vardı perdesi yoksa takmazdı perde falan, dışarıyı seviyordu, doğayı, bir avuç kalmış bahçesini. konuşmaya başlamasını bekliyordum, odanın içinde dolanıp durdu. dikkatli dudaklarını oynattığını fark ettim. o konuşuyordu aslında, ben duymuyordum.

3 Ocak 2016 Pazar

dört kişiydik, biri annem yaşlarında bir kadındı yalnız saçlarının uçları anneminkilere göre daha açık renkti. ve üzerinde kırmızı bordo tonlarında bir can yeleği vardı annem kırmızı rengini hiç sevmezdi. benim annem olmasa bile o sırada annem olarak gördüğüm biriydi sanırım. sürekli yanımdaydı ve yaşça benden büyüktü. korumacı bir tavrı vardı. yüzünün ince ve uzun olduğunu hatırlıyorum, yüz detayları hakkında bir resim yok aklımda, saçlarını toplamıştı.sürekli yanımdaydı. neden burada olduğumuzu anlamaya çalışıyordum. insanlar olabildiğine ciddi ve korumacıydı ya birileri tarafından önemli bir şey için gönderilmiştik ya da birilerinden kaçıyorduk. herkesin bir görevi vardı, biri dışarıyı gözlüyordu uzun boylu iri bir adamdı. saçları kazınmıştı, fark ettirmemeye çalışsa da telaşlıydı, elindeki telsize benzer şeyle oynamasından anlamıştım. elinden geldiğince soğukkanlı gözükmeye çalışıyor, yanlış bir karar almak istemiyordu. kadın benim sol tarafımdaydı hep, bekliyordu. sanki onun görevi buydu. ben hastaymışım gibi başımda bekliyor, bir yandan da diğerlerinin gerginliğini azaltmaya çalışıyordu. anneme benzetmem bu yüzdendi sanırım, annecilik oynamayı beceriyordu. ben nerede olduğumu anlamaya çalışırken uzun boylu diye bahsettiğim iri kıyım sağ taraftaki kapıya yöneldi. florasanla aydınlatılmış demir bir odanın içindeydik, her şey beyaza boyanmış ama zamanla kirlendiği için gri gözüküyordu. soğuk bir yerdi. kapı açılınca kafamı sağa çevirdim. denizin ortasındaydık. bu çok garipti. hafızamı kaybetmiş gibiydim. elimi tutan kadının elinden elimi yavaşça çekip kapıya doğru gittim. denizin ortasındaydık, derinliği anlayamadım. sol taraftaki kapının ardında olduğunu bildiğim -iri adamın sürekli yanına gitmesinden ve konuşmalarından biliyorum- dördüncü kişiye doğru nerede olduğumuzu sordum. yanımdaki büyük ihtimalle o anki gerginliğinden bilmiş ses tonuyla denizin ortasındayız dedi. bir an sinirlensem de havadaki ciddiyetle kendime geliyorum. sağ taraftaki kapının arkasındaki adamın yanına gidiyorum. uzun saçlı bir adam, diğerine göre biraz daha küçük duruyor ve bembeyaz teni var, sanki vücudundaki tüm kan çekilmiş gibi. önünde üç tane ekran var biri karıncalanmış çalışmıyor. iki tane yön belirleyen klavye vardı. koordinatlarımızı bulmaya çalışıyor diye düşünmüştüm ama sonradan ekranda bir harita belirdi, kaçış haritamız olduğunu anladım. işinde profesyonel biri olduğu belliydi, her şeyi öyle hızlı yapıyordu ki. adamın yanından çıktım denize bakan kapıya yöneldim. anneci tavrıyla kadın da peşimden geldi. bir an ne olduğunu anlamadım, ikisi de telaşlanmıştı nefes alışverişleri hızlanmıştı. kadın bir şeyleri halledebilecekmiş gibi içerdeki adamı çağırmaya gitmişti. neden bağırmadı? ben olsaydım seslenirdim, bağırmaması gereken bir şey mi olmuştu? denize daha dikkatli baktım. denizin üzerinde yuvarlak siyahlıklar oluştu, yanımdaki adam sonuna kadar açık kapıya uzandı. kötü bir şeyler oluyordu. siyahlıklar daha da belirginleşiyordu, hava kapalıydı. denizin üzerinde, yaşadığım şehirde gördüğüm yüzen pislikler gibi bir şeyler vardı. yanımda kapıyı tutan koşarak arka tarafa gitti. ne kadar çok olduklarını gördüm. yavaşça yukarı doğru çıkıyorlardı. insanlar, yüzlerce insan vardı denizin içinde. ve sanki uykularından uyanıyor mezarlarından çıkıyorlardı. omuzları da gün yüzüne çıktı, yavaş tüm gövdeleri görmeye başlamıştım. gövdeleri dışardaydı, sanki yüzmüyor denizde yürüyorlardı, hem de öyle derin bir denizde. iri adam yanıma geldi kapıyı kapatmaya çalıştı. tüm yüzlerde gülümseme gördüm. kızıl saçlı bir kadın yanaştı ilk önce. geminin altından geçerken gördüm onu. yüzyüze gelebileceğimiz bir yere geçtim. iğrenç bir gülümseme vardı yüzünde çıplak vücudunu suyun içine sokup renkli gözleriyle bana baktı. çok korkmuştum, sinirlenmiştim. bir hışımla kapının önüne gittim. sesler geliyordu. içerdeki koridordan odaya geldiler, iki tanesi geldi ilk önce. ikisi de erkekti ve beraber yola çıktığımız erkekleri bağlamaya başladılar. ellerinde büyük ipler vardı. ben korkmuyordum ama yanımdaki kadın bana sarılıyor beni korumaya çalışıyordu. yüzlerinde çok kötü gülümsemeler vardı.
parmak uçlarında dans etmek istiyor fakat yataktan çıkmaya üşeniyorum. oturduğum yerde sallanıp duruyorum, bateri kulak zarım. omuzlarımda gitarın tellerine dokunuyorum. saçlarımla adamın boynunu öpüyorum. pembe çoraplarım ve hırkamla, bu salak yurt odasına uyum sağlıyorum. ışıkları kapatın! ışıkları kapatırsanız insanlar ritme uymaya başlayacak. hatta bazılarının içindeki tüm iğrençlikler dışarı çıkacak. insan sadece başkalarından mı utanır kendinden utanmaz mı? karanlıkta kendimizi görmüyor muyuz, ya da birilerinin görüş açına girmiyor muyuz? parmak uçlarımda yatak demirlerinde yürüyorum. buzdolabının rafına kaldırıp koyuyorlar ayaklarımdan, soğuk dolapta sıvılaşıp raf demirlerinin arasında aşağıdaki rafa akıyorum. meyve bölümünden buzdolabının altına akıyorum, tüm pisliklerin daha önce aktığı yere. burası biraz soğuk, hemen şekil veriyorum üstüme başıma. sonra pislikleri toplayıp yerden bir partner yapıyorum kendime, küçük olduğunu tahmin ettiğim bir domatesin dala tutunduğu yeşil kısmını buluyorum köşede. onu da tutup şapka niyetine takıyorum adama. dans etmeye başlıyoruz. beni buzdolabına atanlar benim açtığım müziği kapatıyorlar, rahatsız olduklarını anlıyorum. bağırışmalar duyuyorum, evet müzikten rahatsız olmuşlar. onların bağrışmalarından bir melodi tutturuyorum. pislik adamla parmak uçlarımızda dans etmeye başlıyoruz. aslında parmak ucu yok onun, küçükken yaptığım kardan adam gibi yaptım onu da. ama ben ayak parmaklarımı hissediyorum. güzel parmaklarım var, tırnaklarım uzun, içlerinde çoraplardan kalan pamuk artıkları. sağ ayağımın baş parmağında büyük bir nasır var. serçe parmaklarımın yanındaki parmak aralığında da soyulmalar yaşanıyor. tüm parmaklarımın üzerine oldukça uzun kıllar var. gerçekten çok güzel gözüküyor dans ederken. hayranlık uyandırıyor.
balkonunun kapısında buldum kendimi. güzel bir gece. sabaha şurada ne kaldı ki. sigara içelim mi? üç, iki, bir. iç içe geçmiş tütünleri ayırmış bir genç kız ince parmaklarıyla, hatta sürekliliği süren öksürüğünden yaşamış bizim içtiğimiz tütün elindeyken. belki burnundan akan sıvı sümüğü durdurmak için gelişi güzel elini burnuna götürmüştür. bir genç kızın kurutulmuş sümüğünü ciğerimize çekiyoruzdur. içimizdeki tüm iyimserliği beyazıyla alıp götürüyordur sigara, belki de bize içimizde kalmış olan iyilik kırıntılarını gösteriyordur, gözümüze sokarak. bizim iyiliğimizi görme ihtiyacımız vardır. iyi insanı erken alırmış tanrı yanına, tabi sen inanmazsın tanrıya bilirim. ama sigaraya baksana hem iyiliğini gösteriyor sana, hemde öldürüyor, besbelli ki tanrı kendi parmaklarıyla sardı ilk sigarayı, küçük bir kızın ellerini kullanarak. sigaranın sayesinde gördüğümüz beyazlığımızı buluyorum ben sabah beşte. sen bilirsin sabah beşte uyumadığımı. uyku o saate olan ihanettir derim her seferinde. kuşların sesi yükselir tüm dünyada, en azından ben bu düşünceye bağlanıp kuşlara seslenirim her gün doğumunda. çık balkona. "doğacağım." de. güneşi kıskandıracağım, tüm kuşlar benim için çıkacak yuvalarından, ve ben kuşlara senin için şarkılar söylettireceğim, de. doğacaksın. en karanlıktayken insanlık, sen karanlığından sıyrılıp etrafına el fenerleri koyacaksın. ben en güzel elbisemi giyeceğim, normalde sıçan kuyruğuna benzettiğim saçlarımı toplayacağım. kahverengi bir ruj süreceğim o gün. çocuk bayramında gösteriye çıkacak gibi geleceğim şehrine. sahneye çıkacak gibi geleceğim sabahına ve güneşi ışığım yapacağım. o zamana kadar müzik biriktir dinlemem için, listeler oluştur. kütüphanene yeni kitaplar al, bana mektup yaz. ne olursa olsun, kim ne derse desin en değerli şey senden gelendir mektuplaştığım. yazım kötü benim deme, mesafemiz ne ki deme, yirmibirinci yüzyıla karşı dur, bana mektup yaz. kitap ayraçları hazırla. her kitabımızın arasına koyabileceğimiz kadar ayracımız olsun. balkonunun kapısında buldum kendimi, güzel bir gece, hem sabaha şurada ne kaldı ki. sigara içelim mi? üç, iki, bir...