29 Haziran 2016 Çarşamba

bir kaç adamın kahvede otururken kurduğu bir krallık bu. ben sadece, kralın savaş atı verdiği küçük bir kız çocuğuyum. http://ilahimorlukfanzin.blogspot.com.tr/

27 Haziran 2016 Pazartesi

boş bir sokaktaydım. çığlıkları geliyordu insanların, bağırıp duruyorlardı. bir koşturmaca vardı hissediyordum, dört duvarı olan sığınaklarına atıyorlardı kendilerini. küçük çocuk yorganı çekiyordu üzerine ve nefes alabilmek için küçük bir delik bırakıyordu burnunun hizasında, hem gözlerini kapatıp korkmaktansa bu küçük delikten görebilmeliydi canavarını. kadınlar kapılarını hızla kapatıp tüm kilitleri kapatıyorlardı. adamlar adım attıkları yerden ses getirecek kadar hızlı ve sert yürüyorlardı. kafalarına geçirmişlerdi kapüşonlarını, sonuçta görmedikleri sürece fark edilmediklerini düşünüyorlardı. bu sokaktakiler çoktan güvenli kalelerine geçmiş, dev sivrisineklerin dikkatini çekmemek için ışıklarını kapatmışlardı. ben bir taburede sigara içiyordum. sokak lambasının ışığı gözüme vurduğundan yerdeki taşlara bakıyordum. taşları bozuk dizilmiş yokuşlu bir sokaktı. bu sokağı seviyordum. sarı sokak lambası, sorgu odasındaki ışık gibi tepeden vuruyordu, altına geçmeye cesaret edenlerin yüzüne. taşlar titriyordu adamlar hızlı yürüdükçe. ben daha yeni fark etmiştim bunu, taşlar titriyor. küçük depremler doğuruyor kaçışlar, kim bilir kendinden ödün verip koşsa adamlar tüm evler yıkılır. belki de sığınaklarını yıkmamak adınadır bu sakin yürümeye çalışmaları. ben adamların yürüme şekillerine cevap uydurmaya çalışırken titreşimler hızlanıyordu. biri geliyor, biri neden bu sokaktan geçiyor? taşlardan ayırmadım gözlerimi, taşların arasındaki çizgiler kaybolmaya başladı. gözlerimi kapattım bitene kadar kapatacaktım gözlerimi. gözlerimi açtığımda tabureyi alıp ışığı kapatacak şekilde oturmuştu. oysa ben karanlık diye seviyordum sahneyi ve gördüğüm tek ışıkta buluyordum tanrıyı. ışığımın önüne geçmesine sinirlendiğimi anlamış olacak ki küçük bir hareketle sokak lambasını ters çevirdi. tavanı gördüm ilk defa. karanlık ve sonsuz bir gökyüzü diye bizi kandırdıkları beyaz bir tavanmış sadece. ve küçükcükmüş. sokaklar sadece bizi fareleştirmeye çalıştıkları bir labirentmiş. binalar sıkışmaya başladı birden, sokaklar birleşti. ne olduğunu anlayamadım. kapüşonunu indirdi, burada kimse yüzünü göstermezdi. insanlar tüm aynaları kırdı, camlara duvarlar örüldü. erkekler yüzlerini gölgeyle saklar kadınlar ise tüllerle kapatırdı. ben, ilk defa bir yüzü bu kadar net görüyordum. çok güzeldi. gözlerinin altındaki kemikler çok belirgindi, sol gözüyle kemiğinin arasındaki yere dokundum ilk, işaret parmağımın ucuyla. bu zamana kadar ki tüm göz yaşlarını sildim. göz kapaklarını sevmeye başladım, göz kapaklarındaki kılcal damarlardan parmağıma doluyordu gördükleri. sokakların karanlığı, insanların ses tonları, konuşmalar, iğrençliklerini gizlemeye çalışan makyajlı kadın yüzleri, çocukluğunda giymeyi sevdiği montu... bu görüntüler, bu görüntüler bu dünyaya ait olamaz. vücudum buz gibiydi, o sıcaktı. parmağımı hareket ettirebiliyordum sadece ve bana ait olmayan bir dünyadan gösterdiklerine hayranlık duyuyordum. yüzünün her yerine dokundum, üst dudağını gizleyen bıyıklarına yollar çizdim parmak ucumla. gördüğüm yerlere gidebileceğim yollar. dudaklarından yüzünün her yanına giden, damarlarının üzerinden. kirpiklerinden gözlerinin içine giren. ve iri gözleriyle bana baktı bana inat. bu sokaktan, yeşilin en acı baktığı gözlerden, en yeşil yaprakların ciğerlerime dolduğu yerlere giden yolları çizdim. hep hayat dolu yaprakları izlediği için mi yeşildi gözleri, ben gidersem bende yeşerir miydim? daha fazlasını görmeliydim, daha fazlasını hissetmeliydim bunun. elimle yanağına dokundum. başı elime düştü. bedeni kendini bırakmıştı. soğukkanlı davranmam gerekirdi. daha önce bunu çok yaşamıştım, alışmıştım insanlar hep ölüyordu bu şehirde. ölümden kaçıyorlardı hep, tüm sığınaklar, kilitler, gizlenmeler hep bundandı. gözümün önünde hep bana gösterdiği görüntüler dönüp duruyordu, ben onu taşırken. daha önce çok ölü taşımıştım. bu sefer hızlı olmam gerekiyordu, bedeni hızla soğuyordu. yatırdım. tüm kıyafetlerini çıkardım. boynunda ten rengi değişiyordu, daha önce güneşi görmüştü. güneşin sıcaklığını hissetmişti. boynuna dokundum, sonra kollarına, sonra karnına. karnında hala bir sıcaklık vardı, o kaybolmadan daha fazlasını görmeliydim. dokundum, gövdesinde her yere dokundum. göremedim. sonra bedenini izlerken buldum kendimi. kemikleri belli oluyordu, göbek deliğinin sağında bir ben vardı. güneşten kalan karartılar hayranlık uyandırıcıydı. küçücük bir bedeni vardı ve çok güzeldi. onu diğerleri gibi gömemezdim, hem zaten bu zamana kadar gömdüğüm hiç kimse bir ağaç olup dönmedi. gömdüğüm insanların hepsi toprakta sıkışıp kaldı. onu gömemezdim. sonra gidip çaldığım boyaları buldum bodrumda. ellerimle boyadım bedenini. sırtına bir karga çizdim ilk, bir kafeste. göğüs kafesindeki ölü kalbini yaşattım. sonra bana gösterdiği o ağacı çizdim gövdesine. dallar kolları boyunca uzandı, ellerinde çiçekler açtı. sağ bacağında gökkuşağı çıktı, sol bacağına da sarmaşıkları doladım. yüzüne bıyıklarına çizdiğim yolları çizdim. dudaklarından başlayıp gözlerinde bitti. ben sadece onun bana gösterdiği görüntüleri unutmak istemedim hem öylece gömemezdim onu. ben ilk defa birinin yüzüne dokunmuştum. ilk defa bir vücudu tanımıştım. ağaca dönüşemeyeceğini bildiğim bir toprağa gömemezdim onu, ummaktan başka bir şey yapmadım diğerlerini gömerken. bu sefer kendim yaptım. hem o cesur bir adamdı, öleceğini bile bile açmıştı yüzünü. gördüklerini kendisiyle öldürmek istemedi.

7 Haziran 2016 Salı

ben küçücük bir çocuktum, büyüdüm evrenle konuştum. ben yapayalnız bir kadındım, dünya düzenine adandım. kaldırdı annem beni, sokaklarda gezdirdi. ellerim kalçalarımda, beyaz bir çarşafın içinde sıkışmış. nakarat x2 , seviyorum bu düzeni.

6 Haziran 2016 Pazartesi

beyaz çiçeklerin olduğu bir alana geldik. yedi yapraklı güzel beyaz çiçekler. beni geri de bırakıp ilerlemeye başladı. kalçalarına kadar geliyordu otların boyları. elleriyle çiçeklere dokunması için biraz eğilmesi gerektiğini fark edince ellerini çiçeklere uzatmaktan vazgeçti. dikkatsiz adımlarla yürümeye devam etti. çiçekleri ezdiğini düşündüğüm için o an ona sinirliydim, hafif bir sinir, çok takıntılı değilim bu konuda. sahi ben o sırada neden ona sinirlendim ki? çiçekleri ezmek bu kadar da önemli bir şey değildi oysaki. arabaya dayanmış onu izliyordum. aklına gelmiş olacağım ki dönüp bana baktı. gelmemi bekliyordu. bu bakışmanın uzunluğu beni rahatsız etti, istemeyen bir tavırla onun ezdiği çiçeklerden oluşturduğu yolu izleyerek arkasına kadar gittim. bu yapmamın bile bir kurnazlığı vardı, neden bu yoldan geldin derse, bitkileri ezmek istemiyorum diyecektim ama asıl nedeni onun bana baktığı sırada rahatsız olmamdı, ona doğru giderken izi takip etmeye çalışacak ona bakmayacaktım. ve o bu ikilemi umursamıyormuş gibi görünecek kadar kurnaz bir adamdı. güzeldi. arkasındayken elimi omzuna koydum, bu onun önden gitmesini söylemekti. küçüklükten gelen bir şey var, "ellerinizi önünüzdekinin omzuna koyun!" insan psikolojisinde bazı şeyler o kadar yer edici ve şaşırtıcı oluyor ki. bir adım önümden ilerliyordu, elimi omzundan almış ve tutmuştu. nereye kadar ilerleyeceğimizi düşünmeye çalıştım, sonrasında elinin yumuşaklığından evine krem sürdüğü anı gözümün önüne getirdim. o an bir şeyler düşünmem gerekiyordu, beynimi serbest bırakmak yazmadığım zamanlar dışında acı verici oluyor. ben arabanın kapıları açık mıydı ki acaba diye düşünürken o bir anda durdu. elimi nazikçe bırakıp eğildi. mor bir çiçek koparıp ona bakmaya başladı. başka şeyler düşünmekten beyaz çiçeklerin aralarındaki mor çiçekleri fark etmemiştim. sapından tutup iki parmağıyla çiçeğiyle döndürüyordu. düşmüş göz kapaklarıyla öyle güzel izliyordu ki, ondan uzaklaşmak için etrafıma bakmaya başladım. istemsizce memnuyetsiz gözüküyordum, onu izlemek istemiyordum, ona kapılmak istemiyordum. ama ona karşı gelemiyordum. gözleri kapalı çimlere yattı, ağzına koydu çiçeği ve elini bana uzattı. onu izlediğimden emin bir şekilde. yanına yattım. ben gökyüzüne bakıyordum, o gözlerini kapatıp gökyüzüne karşı geliyordu. onunla bulutları bir şeylere benzetemezdim ya da kolunu başımın altına koymazdı. o böyle bir adam değildi. kendimi fazlalık gibi hissettiriyordu bazen bu durum, ki çoğu zaman hissettiğim bir şeydir bu. yalnız olsaydı daha mı rahat olurdu diye düşündürüyordu her seferinde. yanımda öylece duruyordu, ağzında mor bir çiçek. onu bu şekilde izlemek keyifli, ama her anın sonundaki o kendimi fazlaymış gibi hissetmelerim olmasaydı. ona mızmızlanmak gibi geleceğini bildiğim huzursuzluğumu belli etmek için biraz kımıldadım, öksürdüm. şuan düşününce cidden küçük bir çocuk gibi davrandığımı fark ediyorum. o ise yüz ifadesini bozmadan, elimi tutarak dizlerinin üzerine oturdu. karşına oturdum. gözlerini açmadan çeneme dokundu, sonra burnumdaki kemerli yere dokunurken gülümseyerek alnımı sevdi. gözlerini açtı. çiçeği eline aldı. bir eliyle gözlerimi kapatırken diğer eliyle çiçeği dudaklarıma yerleştirdi. çiçeğin sapında kalan çimenimsi o tatla, onun içtiği şarabın tadı, mor bir renkte birleşip dilime değdi. saniyeler içinde vücudumda dolaşan mavi ve kırmızı kanlar birleşip daha az kirli bir şekilde burnumdan çıkmaya başladı. mor ve vücudumun her hücresine değmiş olan kirli karışım. kan miktarı o kadar azalmıştı ki vücudumda, başım istemsizce geriye düştü. siyah gözlerimi görebiliyordum, gözlerimden ruh diye tanımladıkları enerji çıkmaya başlamıştı. yere düştüm. gözlerimden geçerken siyaha boyanmış benlik, görebildiğim tüm alanı kapladı. son kalan gücümü, dilimle çiçeği emmeye devam ederken kullanıyordum. dilimin ucuyla damağımda daireler çizerek eziyordum çiçeğin sapını ve özüyle şarap karışımını içiyordum bir çiçeğin koparılan yerinden. çizdiğim daireler her seferinde daha da kuvvetleniyordu. gördüğüm karanlığın içinde bir şey dilimle aynı tempoyu yakalamaya çalışıyordu. daireler oluşuyordu siyahlıkta, iç içe geçmiş bir sürü daire. tam göremiyorum. uzakta biraz. küçükken su ve annemden gizlice aldığım deterjanla yaptığım baloncuklar gibi. biraz daha içine girmem gerek. uzak dediğim anda uzakta ve içine girmek istediğim anda içindeyim. görmek istediğim yerden görüyorum. içinden bakınca dışarısı aynı gözüküyor. vücudumdaki son hareketlilik gövdemden geliyor, gövdemden başlayıp göğsümden geçip burnumdan son canlı hücrelerime dokunmuş karışımım çok kuvvetli bir şekilde fışkırıyor. refleks olarak çığlık atıp yere eğiliyorum. burnumdan çıkan kan karışımından içine girdiğim bu daireler sayesinde korunuyorum. gözümü açtığımda her yer mosmor. ruhum, ruhum koskoca bir galaksi, bir boşluk, hiçlik oldu. dokunulmazlığından bir şey kaybetmeyen ruhuma, aynası denilen gözlerim rengini verdi ve ben kendi gözlerimi, ruhumu göremez duruma düşürüldüm, sevdiğim şeyler tarafından belki de hayır diyemeyişlerden, belki de daha kendini bilmemezlikten. ben kendimin yıllardır hapishanesiyim. bedenimin bulunduğu her yer, yaşadığı her an, tokalaştığı her kişi. bu hapishanede görmek zorunda katlandığım kirlilikten ibaret. beni bu kire bulamayan tek şey annesinden gizli deterjan alıp balkonda baloncukların yolunu izleyen çocukluğum. bu kirliliğin içinde yıllardır oturup durmaktan başka yaptığım tek şey ummak. bir gün öyle bir ışık saçarım ki, tüm bu pislik dökülür üzerimden, siyahıma kavuşur, benliğimi görürüm.

2 Haziran 2016 Perşembe

Trabzon`da güneş o kadar büyük ki. Hayatımda gördüğüm –hatırladığım ve hatırlayacağım– en güzel gün doğumu. Yaşanan tüm aksiliklere rağmen sadece bu görüntü için bile gelirdim bunca yolu. Sana anlatmak istediklerim aslında buydu. Ben istediğim şeyler için çabalıyorum, sonuna kadar geliyorum. Bu yolculuk sırasında birilerine yardım etmeye çalışıyorum, birilerini bazı yerlerde bırakıyorum. Ama sonuna kadar gelmek için çırpınıyorum. Ve geç kalıyorum. Bu hep oluyor. Bazen cayıyorum, zaten olmayacak diyerek geri dönüyorum. Bu sefer, kafaya koyduğunu yapacaksın dedim kendime inat ettim. İlk defa kesin kararlar alma cesareti gösterdim, bu benim için o kadar önemli ki. Kendime ben bu kadar inanmıyorken, bir insanın inancının bu kadar kuvvetli olması... Bunu anlar mısın bilmiyorum, içimde tutamadığım şeyleri buraya yazıyorum, buraya yazıyor olmam da içimdeki duygulara değer verdiğimi gösterir, bir kağıt parçasına yazarak kaybolmasına izin verebilirdim. Birileri bilse de bilmese de ben buraya yazıyor, kendime değer veriyorum. Kendime değer verdiğimi bu sabah hissettim. Hep böyle parça parça kaldı cümlelerim ya, ama bunları söylerken sesimi duymanı isterdim. Saat beş buçukta şarkılar söyledim, ben bugün kırıklıklarını tazeledim. Aslında çok acı, ama o gün doğumunu görseydin sende severdin. Hiç bir şey elde edemesen de çabaladığın için kendinle gurur duyardın. O güneşi görmeni isterdim. Her neyse işte işler bazen yolunda gitmiyor, istediğim şeylere yetişemiyorum. Ama gün doğuyor. Düşünsene saat sabah beş buçukta trabzonda sigara içiyorsun. Gün hep doğuyor, ben pek göremiyorum. Ve bu arada 2016 yılında olmamıza rağmen hala ışınlanma bulunamadı.