6 Haziran 2016 Pazartesi

beyaz çiçeklerin olduğu bir alana geldik. yedi yapraklı güzel beyaz çiçekler. beni geri de bırakıp ilerlemeye başladı. kalçalarına kadar geliyordu otların boyları. elleriyle çiçeklere dokunması için biraz eğilmesi gerektiğini fark edince ellerini çiçeklere uzatmaktan vazgeçti. dikkatsiz adımlarla yürümeye devam etti. çiçekleri ezdiğini düşündüğüm için o an ona sinirliydim, hafif bir sinir, çok takıntılı değilim bu konuda. sahi ben o sırada neden ona sinirlendim ki? çiçekleri ezmek bu kadar da önemli bir şey değildi oysaki. arabaya dayanmış onu izliyordum. aklına gelmiş olacağım ki dönüp bana baktı. gelmemi bekliyordu. bu bakışmanın uzunluğu beni rahatsız etti, istemeyen bir tavırla onun ezdiği çiçeklerden oluşturduğu yolu izleyerek arkasına kadar gittim. bu yapmamın bile bir kurnazlığı vardı, neden bu yoldan geldin derse, bitkileri ezmek istemiyorum diyecektim ama asıl nedeni onun bana baktığı sırada rahatsız olmamdı, ona doğru giderken izi takip etmeye çalışacak ona bakmayacaktım. ve o bu ikilemi umursamıyormuş gibi görünecek kadar kurnaz bir adamdı. güzeldi. arkasındayken elimi omzuna koydum, bu onun önden gitmesini söylemekti. küçüklükten gelen bir şey var, "ellerinizi önünüzdekinin omzuna koyun!" insan psikolojisinde bazı şeyler o kadar yer edici ve şaşırtıcı oluyor ki. bir adım önümden ilerliyordu, elimi omzundan almış ve tutmuştu. nereye kadar ilerleyeceğimizi düşünmeye çalıştım, sonrasında elinin yumuşaklığından evine krem sürdüğü anı gözümün önüne getirdim. o an bir şeyler düşünmem gerekiyordu, beynimi serbest bırakmak yazmadığım zamanlar dışında acı verici oluyor. ben arabanın kapıları açık mıydı ki acaba diye düşünürken o bir anda durdu. elimi nazikçe bırakıp eğildi. mor bir çiçek koparıp ona bakmaya başladı. başka şeyler düşünmekten beyaz çiçeklerin aralarındaki mor çiçekleri fark etmemiştim. sapından tutup iki parmağıyla çiçeğiyle döndürüyordu. düşmüş göz kapaklarıyla öyle güzel izliyordu ki, ondan uzaklaşmak için etrafıma bakmaya başladım. istemsizce memnuyetsiz gözüküyordum, onu izlemek istemiyordum, ona kapılmak istemiyordum. ama ona karşı gelemiyordum. gözleri kapalı çimlere yattı, ağzına koydu çiçeği ve elini bana uzattı. onu izlediğimden emin bir şekilde. yanına yattım. ben gökyüzüne bakıyordum, o gözlerini kapatıp gökyüzüne karşı geliyordu. onunla bulutları bir şeylere benzetemezdim ya da kolunu başımın altına koymazdı. o böyle bir adam değildi. kendimi fazlalık gibi hissettiriyordu bazen bu durum, ki çoğu zaman hissettiğim bir şeydir bu. yalnız olsaydı daha mı rahat olurdu diye düşündürüyordu her seferinde. yanımda öylece duruyordu, ağzında mor bir çiçek. onu bu şekilde izlemek keyifli, ama her anın sonundaki o kendimi fazlaymış gibi hissetmelerim olmasaydı. ona mızmızlanmak gibi geleceğini bildiğim huzursuzluğumu belli etmek için biraz kımıldadım, öksürdüm. şuan düşününce cidden küçük bir çocuk gibi davrandığımı fark ediyorum. o ise yüz ifadesini bozmadan, elimi tutarak dizlerinin üzerine oturdu. karşına oturdum. gözlerini açmadan çeneme dokundu, sonra burnumdaki kemerli yere dokunurken gülümseyerek alnımı sevdi. gözlerini açtı. çiçeği eline aldı. bir eliyle gözlerimi kapatırken diğer eliyle çiçeği dudaklarıma yerleştirdi. çiçeğin sapında kalan çimenimsi o tatla, onun içtiği şarabın tadı, mor bir renkte birleşip dilime değdi. saniyeler içinde vücudumda dolaşan mavi ve kırmızı kanlar birleşip daha az kirli bir şekilde burnumdan çıkmaya başladı. mor ve vücudumun her hücresine değmiş olan kirli karışım. kan miktarı o kadar azalmıştı ki vücudumda, başım istemsizce geriye düştü. siyah gözlerimi görebiliyordum, gözlerimden ruh diye tanımladıkları enerji çıkmaya başlamıştı. yere düştüm. gözlerimden geçerken siyaha boyanmış benlik, görebildiğim tüm alanı kapladı. son kalan gücümü, dilimle çiçeği emmeye devam ederken kullanıyordum. dilimin ucuyla damağımda daireler çizerek eziyordum çiçeğin sapını ve özüyle şarap karışımını içiyordum bir çiçeğin koparılan yerinden. çizdiğim daireler her seferinde daha da kuvvetleniyordu. gördüğüm karanlığın içinde bir şey dilimle aynı tempoyu yakalamaya çalışıyordu. daireler oluşuyordu siyahlıkta, iç içe geçmiş bir sürü daire. tam göremiyorum. uzakta biraz. küçükken su ve annemden gizlice aldığım deterjanla yaptığım baloncuklar gibi. biraz daha içine girmem gerek. uzak dediğim anda uzakta ve içine girmek istediğim anda içindeyim. görmek istediğim yerden görüyorum. içinden bakınca dışarısı aynı gözüküyor. vücudumdaki son hareketlilik gövdemden geliyor, gövdemden başlayıp göğsümden geçip burnumdan son canlı hücrelerime dokunmuş karışımım çok kuvvetli bir şekilde fışkırıyor. refleks olarak çığlık atıp yere eğiliyorum. burnumdan çıkan kan karışımından içine girdiğim bu daireler sayesinde korunuyorum. gözümü açtığımda her yer mosmor. ruhum, ruhum koskoca bir galaksi, bir boşluk, hiçlik oldu. dokunulmazlığından bir şey kaybetmeyen ruhuma, aynası denilen gözlerim rengini verdi ve ben kendi gözlerimi, ruhumu göremez duruma düşürüldüm, sevdiğim şeyler tarafından belki de hayır diyemeyişlerden, belki de daha kendini bilmemezlikten. ben kendimin yıllardır hapishanesiyim. bedenimin bulunduğu her yer, yaşadığı her an, tokalaştığı her kişi. bu hapishanede görmek zorunda katlandığım kirlilikten ibaret. beni bu kire bulamayan tek şey annesinden gizli deterjan alıp balkonda baloncukların yolunu izleyen çocukluğum. bu kirliliğin içinde yıllardır oturup durmaktan başka yaptığım tek şey ummak. bir gün öyle bir ışık saçarım ki, tüm bu pislik dökülür üzerimden, siyahıma kavuşur, benliğimi görürüm.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder