27 Haziran 2016 Pazartesi

boş bir sokaktaydım. çığlıkları geliyordu insanların, bağırıp duruyorlardı. bir koşturmaca vardı hissediyordum, dört duvarı olan sığınaklarına atıyorlardı kendilerini. küçük çocuk yorganı çekiyordu üzerine ve nefes alabilmek için küçük bir delik bırakıyordu burnunun hizasında, hem gözlerini kapatıp korkmaktansa bu küçük delikten görebilmeliydi canavarını. kadınlar kapılarını hızla kapatıp tüm kilitleri kapatıyorlardı. adamlar adım attıkları yerden ses getirecek kadar hızlı ve sert yürüyorlardı. kafalarına geçirmişlerdi kapüşonlarını, sonuçta görmedikleri sürece fark edilmediklerini düşünüyorlardı. bu sokaktakiler çoktan güvenli kalelerine geçmiş, dev sivrisineklerin dikkatini çekmemek için ışıklarını kapatmışlardı. ben bir taburede sigara içiyordum. sokak lambasının ışığı gözüme vurduğundan yerdeki taşlara bakıyordum. taşları bozuk dizilmiş yokuşlu bir sokaktı. bu sokağı seviyordum. sarı sokak lambası, sorgu odasındaki ışık gibi tepeden vuruyordu, altına geçmeye cesaret edenlerin yüzüne. taşlar titriyordu adamlar hızlı yürüdükçe. ben daha yeni fark etmiştim bunu, taşlar titriyor. küçük depremler doğuruyor kaçışlar, kim bilir kendinden ödün verip koşsa adamlar tüm evler yıkılır. belki de sığınaklarını yıkmamak adınadır bu sakin yürümeye çalışmaları. ben adamların yürüme şekillerine cevap uydurmaya çalışırken titreşimler hızlanıyordu. biri geliyor, biri neden bu sokaktan geçiyor? taşlardan ayırmadım gözlerimi, taşların arasındaki çizgiler kaybolmaya başladı. gözlerimi kapattım bitene kadar kapatacaktım gözlerimi. gözlerimi açtığımda tabureyi alıp ışığı kapatacak şekilde oturmuştu. oysa ben karanlık diye seviyordum sahneyi ve gördüğüm tek ışıkta buluyordum tanrıyı. ışığımın önüne geçmesine sinirlendiğimi anlamış olacak ki küçük bir hareketle sokak lambasını ters çevirdi. tavanı gördüm ilk defa. karanlık ve sonsuz bir gökyüzü diye bizi kandırdıkları beyaz bir tavanmış sadece. ve küçükcükmüş. sokaklar sadece bizi fareleştirmeye çalıştıkları bir labirentmiş. binalar sıkışmaya başladı birden, sokaklar birleşti. ne olduğunu anlayamadım. kapüşonunu indirdi, burada kimse yüzünü göstermezdi. insanlar tüm aynaları kırdı, camlara duvarlar örüldü. erkekler yüzlerini gölgeyle saklar kadınlar ise tüllerle kapatırdı. ben, ilk defa bir yüzü bu kadar net görüyordum. çok güzeldi. gözlerinin altındaki kemikler çok belirgindi, sol gözüyle kemiğinin arasındaki yere dokundum ilk, işaret parmağımın ucuyla. bu zamana kadar ki tüm göz yaşlarını sildim. göz kapaklarını sevmeye başladım, göz kapaklarındaki kılcal damarlardan parmağıma doluyordu gördükleri. sokakların karanlığı, insanların ses tonları, konuşmalar, iğrençliklerini gizlemeye çalışan makyajlı kadın yüzleri, çocukluğunda giymeyi sevdiği montu... bu görüntüler, bu görüntüler bu dünyaya ait olamaz. vücudum buz gibiydi, o sıcaktı. parmağımı hareket ettirebiliyordum sadece ve bana ait olmayan bir dünyadan gösterdiklerine hayranlık duyuyordum. yüzünün her yerine dokundum, üst dudağını gizleyen bıyıklarına yollar çizdim parmak ucumla. gördüğüm yerlere gidebileceğim yollar. dudaklarından yüzünün her yanına giden, damarlarının üzerinden. kirpiklerinden gözlerinin içine giren. ve iri gözleriyle bana baktı bana inat. bu sokaktan, yeşilin en acı baktığı gözlerden, en yeşil yaprakların ciğerlerime dolduğu yerlere giden yolları çizdim. hep hayat dolu yaprakları izlediği için mi yeşildi gözleri, ben gidersem bende yeşerir miydim? daha fazlasını görmeliydim, daha fazlasını hissetmeliydim bunun. elimle yanağına dokundum. başı elime düştü. bedeni kendini bırakmıştı. soğukkanlı davranmam gerekirdi. daha önce bunu çok yaşamıştım, alışmıştım insanlar hep ölüyordu bu şehirde. ölümden kaçıyorlardı hep, tüm sığınaklar, kilitler, gizlenmeler hep bundandı. gözümün önünde hep bana gösterdiği görüntüler dönüp duruyordu, ben onu taşırken. daha önce çok ölü taşımıştım. bu sefer hızlı olmam gerekiyordu, bedeni hızla soğuyordu. yatırdım. tüm kıyafetlerini çıkardım. boynunda ten rengi değişiyordu, daha önce güneşi görmüştü. güneşin sıcaklığını hissetmişti. boynuna dokundum, sonra kollarına, sonra karnına. karnında hala bir sıcaklık vardı, o kaybolmadan daha fazlasını görmeliydim. dokundum, gövdesinde her yere dokundum. göremedim. sonra bedenini izlerken buldum kendimi. kemikleri belli oluyordu, göbek deliğinin sağında bir ben vardı. güneşten kalan karartılar hayranlık uyandırıcıydı. küçücük bir bedeni vardı ve çok güzeldi. onu diğerleri gibi gömemezdim, hem zaten bu zamana kadar gömdüğüm hiç kimse bir ağaç olup dönmedi. gömdüğüm insanların hepsi toprakta sıkışıp kaldı. onu gömemezdim. sonra gidip çaldığım boyaları buldum bodrumda. ellerimle boyadım bedenini. sırtına bir karga çizdim ilk, bir kafeste. göğüs kafesindeki ölü kalbini yaşattım. sonra bana gösterdiği o ağacı çizdim gövdesine. dallar kolları boyunca uzandı, ellerinde çiçekler açtı. sağ bacağında gökkuşağı çıktı, sol bacağına da sarmaşıkları doladım. yüzüne bıyıklarına çizdiğim yolları çizdim. dudaklarından başlayıp gözlerinde bitti. ben sadece onun bana gösterdiği görüntüleri unutmak istemedim hem öylece gömemezdim onu. ben ilk defa birinin yüzüne dokunmuştum. ilk defa bir vücudu tanımıştım. ağaca dönüşemeyeceğini bildiğim bir toprağa gömemezdim onu, ummaktan başka bir şey yapmadım diğerlerini gömerken. bu sefer kendim yaptım. hem o cesur bir adamdı, öleceğini bile bile açmıştı yüzünü. gördüklerini kendisiyle öldürmek istemedi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder