31 Aralık 2016 Cumartesi

bazı günler olur, sevildiğinizi hissettiğiniz. sevilmek, sevmek kadar gerçekçi değil ama gerçekliğine inandırmak istiyor. insan hep bir şeylere inanmak istiyor, umut dağıttığımız insanlar da bunun için mi mutlu olur, içi boş cümlelerimize rağmen. hissederek söylediğim ama gerçekliğini benim bile sorguladığım bir kaç umutlu cümle sıraladım bugün. cümleleri söylediğim insanların kafalarındaki karışıklığı bir parça olumlu yönde ilerletmek için yaptım bunu. kötü şeyler düşündükçe insana yakınlaşıp sigara dumanıyla bir olup ciğerlerine dolar çünkü, bilirim. onlara bu şekilde iyi gelecekten bahsetmek daha sonra hayatlarına hakim olacak kötü şeylerle karşılaştırmalarını geciktirmek yerine, bu kötü dediğimiz şeylerle karşılaştıklarında savunmasız kalmalarına sebep olursa? o zaman ben sahtekar bir insan artığı mı olacağım? bir kaç sesli söylediğim cümleden sonra da yazılı bir kaç cümle dağıttığım. gülerek yaklaştığım insanlardan bir kısmı "paramız yok" dediler, bir kısmı cevap bile vermedi. bazıları, daha önce diğerlerine göre daha az kandırılmış olanlar, okudukları cümleden tatmin olmadıysa itici bir gülümsemeyle teşekkür edip devam etti. okuduğundan memnun olanlarsa daha içten bir ses tonuyla aynısını tekrarladı. yani kısacası alanlardan bir kısmı bu kağıdı biraz ilerledikten sonra yere attı, bir kısmı da bir kaç gün komidinin üzerinde veya montun cebinde beklettikten sonra çöpe atmak üzere eve götürdü. benim iyi hislerim birileri için kötülük doğurabiliyor ve ya birileri tarafından çöpe atılabiliyordu. aslında iyi niyetle söylenen sözlerin kötü sonuçlar doğurması garip, bu aynı iyi insanların kötü insanlardan önce ölmesi gibi bir şey. sahi neden ilk önce iyiler ölür? tanrı gerçekten sevdiği insanı daha önce mi alır yanına "dünya katlanılmaz bir yer orada daha fazla acı çekmeni istemiyorum" diyerek. dünyanın bilmem kaçıncı dönüşünü ağlayarak geçirir sevdikleri iyi insanlar ölen, iyi insanlar. ne saçma bir cümle lan bu demeyin, iyi insanların ölümüne bir tek onları deli gibi seven insanlar üzülür, öylesine seven insanın içinde de kötülük bulamazsınız. ve dünyanın nasıl işlediğinden bahsetti tanrı bugün. olmamam gerektiğini hissettiğim bir yerdeydim, olmam gereken yere geldim ve otuz senedir sevdiği adamı kaybeden bir kadının göz yaşını hayranlıkla sildim. sevmek acı verir belki, iyiliklerimiz kötü sonuçlar da  doğurabilir. ama ne hissediyorsak onu yapmalıyız. yola çıkmak istiyorsan yola çıkmalısın, o sınav kağıdını hocanın yüzüne fırlatmak istiyorsan bunu yapmalısın, sisteme küfretmelisin belki. anneme sıkı sıkı sarılmalıyım mesela. kedileri beslemeyi unutmamalı kuşlar için ekmekleri ıslatmalıyım. seni seviyorsam senin varlığını hissettiğim her an sevmeliyim. gün gelecek, varlığın bitecek, sen yokken de seni sevecek kadar sen biriktirmeliyim kendime.

30 Aralık 2016 Cuma

hayatında önemli olan 5 kişiyi tahmin edebilir miyiz? köpek olsan nasıl görünürdün? hangi havai fişeksin? hangi havai fişeksin ne lan? havai fişeklerin cidden bu kadar çeşidi mi var, ve önemli olan insanları havai fişeklere benzetmekten ziyade bu havai fişeklerin çeşidi mi? "kardeşim seni bi fırlatıyoruz atmosferi deliyon allahıma öyle aykırı bişeysin sen" tarzında cevaplar verin de bari akılları yok ama samimiler be diyelim. zaten şu zamanda samimiyete gerçekten fazlasıyla ihtiyaç var, özellikle yeni bulunan şu "kissenger" aletinin haberini okuduktan sonra. millet kafayı yemiş anacım. neymiş uzaktaki sevgililer öpüşebilecekmiş. bak bak. bildiğin telefonu öpüyorsun be. yemin ediyorum gün gelecek mutfak robotu ayaklanıp anamıza bacımıza hallenecek, onun başlangıcı bu. hani makineler dünyayı yönetecek dediklerinde inanmıyorduk ya, elli yıla bizim yerimize de makineler yaşayacak zaten. insanı robotlaştırma düşüncesi, ilk önce platin bacak gibi şeyleri kazandırdı hayatımıza, sonra kalp pili, işitme cihazı ve benzeri şekilde yararlı şeyler olarak gitti. sonra gün geldi, silikon meme takalım dediler, millet uzaktayken birbirini aldatmasın diye öpüşme cihazı yapalım dediler. ya o adam beni öpmüyor diye beni aldatıyorsa bırakın aldatsın bilim insanı bey amca. sen gidip transhümanizmi kalp pili gibi yararlı işler üzerine yorumlasana. hem bir de adam beni öpmeyecek ki telefonu öpecek. telefon ha. bildiğin. benim çocuklarım benim yaşıma geldiğinde bu cihazı kullanır bizde hiç garipsemeyiz, hatta o zamanlar selfie çubuğu gibi her yerde üç tanesi on liraya satılır. biz çocukken yasemin abla vardı hikmet abi askere gittiği zaman onun resimlerini öperdi. o da biraz sayko geliyor kulağa ama en azından biraz daha romantik. telefonla öpüşecek kadar sapıklık içermiyor. tabi bunun ne önemi var önemli olan dersten yüz üzerinden sekiz alınca çıldırmaman gerektiği ve ya dünyanın tüm derdini tasasını boş verip hangi havai fişek olduğun.

21 Aralık 2016 Çarşamba

seksen beş tane taslak kayıt. seksen beş kere kendimden tiksinmişim, yazmaya dayanamayıp insanları bakkalların önündeki cips rafından çalmışım. ağlama krizlerine çözüm olarak gördüğü balkonda sigara içme seanslarımda günde iki pakete kadar sigara bitirdiğim günler oldu. belki hala günde iki paket içiyor olurdum da param bitti, sigaraya gelen zamlar en çok benim "tanıdık torbacı var mı ya?" cümleme yakıştı. ben seksen beş yazıyı yarıda bırakıp balkonda küflenmiş duvarı pasif içici yaparken, yüzlerce çocuk öldü, insanlar ölümler üzerine boş boş konuşup sabah uyandılar. zaten her sabah uyanmaktan başka şans tanımız güneş bize. kulağımda bir adamın çok yumuşak bir şekilde geber dediği şarkı çalıyor. yazdığım cümleler arasında bir bağ kurulamayacak kadar hızlı çalışıyormuş kafamın içindeki. bu konuda uzman diyebileceğimiz bir hocam söylemişti bunu. onun da hocalığını yok saydılar ben bu seksen beş yazıda pes ederken. b yazdığımda blogger yerine burger çıktığında uymayın diye bağrındığım sisteme nasıl kendimi kaptırdığımla yüzleştim. hiç bir şey üretmedim, ki hala üretmiyorum. şuan bunların hepsi boşuna yazılmış bir kaç cümle. senaryo defterlerini annemin çöpe atmasına izin verdim. yerlerini matematik kitapları doldurdu. matematik, size sadece itaat etmeyi öğretir tek bir doğru vardır ve "bu yolla bu doğruya ulaş" der. belki de Machiavelli'nin dediği gibi ancak korktuğumuza itaat ederiz, ve ters tezini düşünürsek itaat ettiğimizden korkarız. matematik ona itaat etmemizi istediği için ondan korkuyor olabilir miyiz? matematik üzerine bu kadar düşünecek kadar vaktim olmuş meğer, şu dönemde. seksen beş diyordum en son, seksen beş kere birilerine açmak istememişim neler hissettiğimi. belki bu da seksen altı olur bilmiyorum. ama insanlara anlatmak istediğim bir şeyi, onlara anlatmak istediğim şekilde anlamadıklarını gördüm sanırım. bunun güzel bir şey olduğunu söylerler "bir eseri ortaya koyduğunda her insan onu farklı hisseder, sanatın güzelliği de bu!" yok anacım bu değil. ben yazarken yüzümde gizli bir gülümseme oluşturan cümle senin dudağında adam asmaca oynuyorsa, ben yazarken ellerim beynimin kontrolünden çıkıyor ve sen okurken beynin hala kafatasının himayesi altındaysa boşuna hepsi. sadece boşuna yazılmış cümleler topluluğu. sırf insanlar anlamayacak diye vazgeçtim onca yazıdan, sadece ona sarılmanın verdiği güzel hissi tekrar yaşamak için gittim onca yolu. sonra onu da unuttum. her şeye alışır, herkesten vazgeçebilir, hiç kimseyi tanımak istemeyeceğiniz bir hayata hoş gidebilirsiniz.

11 Ekim 2016 Salı

hadi artık köklerinden koparalım saçlarımızı. kulaklarımızla ziyafet çeksin fareler, duymayalım bu lanet sesleri. kafamızın içinde çarpıp duruyor ayak izleri, ve ben postal giymiş askerlerin şişmiş ayaklarıyla kafatasıma vurmalarından hissetmez oldum bazı düşleri. düşler, karanlık bir odada sevdiğim adamın korku dolu hali. yüzüne bakamadığım cümlelerin elimde sertleşmesi. nefsi burnundan akan adamlar. ciğerinden çiçekler açardı senin. çiçekleri koparıp atan kadınlar için artık adım yok benim. resimler çizen eller kullanılmış peçeteleri toplamakla hükümlü. artık bir adım yok benim. saydığın tüm sıfatlarımı az önce şu bok dolu deniz artığı yere fırlattım. çaldığım tüm melodiler ellerimin çizgilerinden aktı. mırıldandığım her şarkıyı dinleyen bodur ağacın tüm yapraklarını yoldum, sonbahardan daha erken geldim. sabah doğan günüşe beni uyandırdığı için lanetler savurduğum bu günün sabahında iki metre karelik hapsolduğum yerimden çıktım. artık adım yok benim. bu lanet ad değil mi insanların kurduğu cümlelerdeki yerim. küçükken dizim kanadığında bile ağlamazdım ben. ağlamak hiç bir şey yapamayan acizlerin kaçtığı bir sığnak. ben hepsini geceleri izlediğim ateşte yaktım. tüm renklerimi yıllardır görmediğim gökkuşağına armağan ediyorum, bu şehrin gri soluk havası ve her gece izleyerek uyuduğum ateş olsun renklerim. artık adım yok benim. ayak bastığım tüm toprak parçaları, üzerine çıkıp bağırdığım kayalıklar kuşların ağızların düşsün üstlerine.

6 Ekim 2016 Perşembe

ah şu bizim adamlar ne değişikler. https://drive.google.com/file/d/0B9rtloL998vVUHAtZDlBM3JaVmc/view ilahi morluk, eylül, 4.

29 Haziran 2016 Çarşamba

bir kaç adamın kahvede otururken kurduğu bir krallık bu. ben sadece, kralın savaş atı verdiği küçük bir kız çocuğuyum. http://ilahimorlukfanzin.blogspot.com.tr/

27 Haziran 2016 Pazartesi

boş bir sokaktaydım. çığlıkları geliyordu insanların, bağırıp duruyorlardı. bir koşturmaca vardı hissediyordum, dört duvarı olan sığınaklarına atıyorlardı kendilerini. küçük çocuk yorganı çekiyordu üzerine ve nefes alabilmek için küçük bir delik bırakıyordu burnunun hizasında, hem gözlerini kapatıp korkmaktansa bu küçük delikten görebilmeliydi canavarını. kadınlar kapılarını hızla kapatıp tüm kilitleri kapatıyorlardı. adamlar adım attıkları yerden ses getirecek kadar hızlı ve sert yürüyorlardı. kafalarına geçirmişlerdi kapüşonlarını, sonuçta görmedikleri sürece fark edilmediklerini düşünüyorlardı. bu sokaktakiler çoktan güvenli kalelerine geçmiş, dev sivrisineklerin dikkatini çekmemek için ışıklarını kapatmışlardı. ben bir taburede sigara içiyordum. sokak lambasının ışığı gözüme vurduğundan yerdeki taşlara bakıyordum. taşları bozuk dizilmiş yokuşlu bir sokaktı. bu sokağı seviyordum. sarı sokak lambası, sorgu odasındaki ışık gibi tepeden vuruyordu, altına geçmeye cesaret edenlerin yüzüne. taşlar titriyordu adamlar hızlı yürüdükçe. ben daha yeni fark etmiştim bunu, taşlar titriyor. küçük depremler doğuruyor kaçışlar, kim bilir kendinden ödün verip koşsa adamlar tüm evler yıkılır. belki de sığınaklarını yıkmamak adınadır bu sakin yürümeye çalışmaları. ben adamların yürüme şekillerine cevap uydurmaya çalışırken titreşimler hızlanıyordu. biri geliyor, biri neden bu sokaktan geçiyor? taşlardan ayırmadım gözlerimi, taşların arasındaki çizgiler kaybolmaya başladı. gözlerimi kapattım bitene kadar kapatacaktım gözlerimi. gözlerimi açtığımda tabureyi alıp ışığı kapatacak şekilde oturmuştu. oysa ben karanlık diye seviyordum sahneyi ve gördüğüm tek ışıkta buluyordum tanrıyı. ışığımın önüne geçmesine sinirlendiğimi anlamış olacak ki küçük bir hareketle sokak lambasını ters çevirdi. tavanı gördüm ilk defa. karanlık ve sonsuz bir gökyüzü diye bizi kandırdıkları beyaz bir tavanmış sadece. ve küçükcükmüş. sokaklar sadece bizi fareleştirmeye çalıştıkları bir labirentmiş. binalar sıkışmaya başladı birden, sokaklar birleşti. ne olduğunu anlayamadım. kapüşonunu indirdi, burada kimse yüzünü göstermezdi. insanlar tüm aynaları kırdı, camlara duvarlar örüldü. erkekler yüzlerini gölgeyle saklar kadınlar ise tüllerle kapatırdı. ben, ilk defa bir yüzü bu kadar net görüyordum. çok güzeldi. gözlerinin altındaki kemikler çok belirgindi, sol gözüyle kemiğinin arasındaki yere dokundum ilk, işaret parmağımın ucuyla. bu zamana kadar ki tüm göz yaşlarını sildim. göz kapaklarını sevmeye başladım, göz kapaklarındaki kılcal damarlardan parmağıma doluyordu gördükleri. sokakların karanlığı, insanların ses tonları, konuşmalar, iğrençliklerini gizlemeye çalışan makyajlı kadın yüzleri, çocukluğunda giymeyi sevdiği montu... bu görüntüler, bu görüntüler bu dünyaya ait olamaz. vücudum buz gibiydi, o sıcaktı. parmağımı hareket ettirebiliyordum sadece ve bana ait olmayan bir dünyadan gösterdiklerine hayranlık duyuyordum. yüzünün her yerine dokundum, üst dudağını gizleyen bıyıklarına yollar çizdim parmak ucumla. gördüğüm yerlere gidebileceğim yollar. dudaklarından yüzünün her yanına giden, damarlarının üzerinden. kirpiklerinden gözlerinin içine giren. ve iri gözleriyle bana baktı bana inat. bu sokaktan, yeşilin en acı baktığı gözlerden, en yeşil yaprakların ciğerlerime dolduğu yerlere giden yolları çizdim. hep hayat dolu yaprakları izlediği için mi yeşildi gözleri, ben gidersem bende yeşerir miydim? daha fazlasını görmeliydim, daha fazlasını hissetmeliydim bunun. elimle yanağına dokundum. başı elime düştü. bedeni kendini bırakmıştı. soğukkanlı davranmam gerekirdi. daha önce bunu çok yaşamıştım, alışmıştım insanlar hep ölüyordu bu şehirde. ölümden kaçıyorlardı hep, tüm sığınaklar, kilitler, gizlenmeler hep bundandı. gözümün önünde hep bana gösterdiği görüntüler dönüp duruyordu, ben onu taşırken. daha önce çok ölü taşımıştım. bu sefer hızlı olmam gerekiyordu, bedeni hızla soğuyordu. yatırdım. tüm kıyafetlerini çıkardım. boynunda ten rengi değişiyordu, daha önce güneşi görmüştü. güneşin sıcaklığını hissetmişti. boynuna dokundum, sonra kollarına, sonra karnına. karnında hala bir sıcaklık vardı, o kaybolmadan daha fazlasını görmeliydim. dokundum, gövdesinde her yere dokundum. göremedim. sonra bedenini izlerken buldum kendimi. kemikleri belli oluyordu, göbek deliğinin sağında bir ben vardı. güneşten kalan karartılar hayranlık uyandırıcıydı. küçücük bir bedeni vardı ve çok güzeldi. onu diğerleri gibi gömemezdim, hem zaten bu zamana kadar gömdüğüm hiç kimse bir ağaç olup dönmedi. gömdüğüm insanların hepsi toprakta sıkışıp kaldı. onu gömemezdim. sonra gidip çaldığım boyaları buldum bodrumda. ellerimle boyadım bedenini. sırtına bir karga çizdim ilk, bir kafeste. göğüs kafesindeki ölü kalbini yaşattım. sonra bana gösterdiği o ağacı çizdim gövdesine. dallar kolları boyunca uzandı, ellerinde çiçekler açtı. sağ bacağında gökkuşağı çıktı, sol bacağına da sarmaşıkları doladım. yüzüne bıyıklarına çizdiğim yolları çizdim. dudaklarından başlayıp gözlerinde bitti. ben sadece onun bana gösterdiği görüntüleri unutmak istemedim hem öylece gömemezdim onu. ben ilk defa birinin yüzüne dokunmuştum. ilk defa bir vücudu tanımıştım. ağaca dönüşemeyeceğini bildiğim bir toprağa gömemezdim onu, ummaktan başka bir şey yapmadım diğerlerini gömerken. bu sefer kendim yaptım. hem o cesur bir adamdı, öleceğini bile bile açmıştı yüzünü. gördüklerini kendisiyle öldürmek istemedi.

7 Haziran 2016 Salı

ben küçücük bir çocuktum, büyüdüm evrenle konuştum. ben yapayalnız bir kadındım, dünya düzenine adandım. kaldırdı annem beni, sokaklarda gezdirdi. ellerim kalçalarımda, beyaz bir çarşafın içinde sıkışmış. nakarat x2 , seviyorum bu düzeni.

6 Haziran 2016 Pazartesi

beyaz çiçeklerin olduğu bir alana geldik. yedi yapraklı güzel beyaz çiçekler. beni geri de bırakıp ilerlemeye başladı. kalçalarına kadar geliyordu otların boyları. elleriyle çiçeklere dokunması için biraz eğilmesi gerektiğini fark edince ellerini çiçeklere uzatmaktan vazgeçti. dikkatsiz adımlarla yürümeye devam etti. çiçekleri ezdiğini düşündüğüm için o an ona sinirliydim, hafif bir sinir, çok takıntılı değilim bu konuda. sahi ben o sırada neden ona sinirlendim ki? çiçekleri ezmek bu kadar da önemli bir şey değildi oysaki. arabaya dayanmış onu izliyordum. aklına gelmiş olacağım ki dönüp bana baktı. gelmemi bekliyordu. bu bakışmanın uzunluğu beni rahatsız etti, istemeyen bir tavırla onun ezdiği çiçeklerden oluşturduğu yolu izleyerek arkasına kadar gittim. bu yapmamın bile bir kurnazlığı vardı, neden bu yoldan geldin derse, bitkileri ezmek istemiyorum diyecektim ama asıl nedeni onun bana baktığı sırada rahatsız olmamdı, ona doğru giderken izi takip etmeye çalışacak ona bakmayacaktım. ve o bu ikilemi umursamıyormuş gibi görünecek kadar kurnaz bir adamdı. güzeldi. arkasındayken elimi omzuna koydum, bu onun önden gitmesini söylemekti. küçüklükten gelen bir şey var, "ellerinizi önünüzdekinin omzuna koyun!" insan psikolojisinde bazı şeyler o kadar yer edici ve şaşırtıcı oluyor ki. bir adım önümden ilerliyordu, elimi omzundan almış ve tutmuştu. nereye kadar ilerleyeceğimizi düşünmeye çalıştım, sonrasında elinin yumuşaklığından evine krem sürdüğü anı gözümün önüne getirdim. o an bir şeyler düşünmem gerekiyordu, beynimi serbest bırakmak yazmadığım zamanlar dışında acı verici oluyor. ben arabanın kapıları açık mıydı ki acaba diye düşünürken o bir anda durdu. elimi nazikçe bırakıp eğildi. mor bir çiçek koparıp ona bakmaya başladı. başka şeyler düşünmekten beyaz çiçeklerin aralarındaki mor çiçekleri fark etmemiştim. sapından tutup iki parmağıyla çiçeğiyle döndürüyordu. düşmüş göz kapaklarıyla öyle güzel izliyordu ki, ondan uzaklaşmak için etrafıma bakmaya başladım. istemsizce memnuyetsiz gözüküyordum, onu izlemek istemiyordum, ona kapılmak istemiyordum. ama ona karşı gelemiyordum. gözleri kapalı çimlere yattı, ağzına koydu çiçeği ve elini bana uzattı. onu izlediğimden emin bir şekilde. yanına yattım. ben gökyüzüne bakıyordum, o gözlerini kapatıp gökyüzüne karşı geliyordu. onunla bulutları bir şeylere benzetemezdim ya da kolunu başımın altına koymazdı. o böyle bir adam değildi. kendimi fazlalık gibi hissettiriyordu bazen bu durum, ki çoğu zaman hissettiğim bir şeydir bu. yalnız olsaydı daha mı rahat olurdu diye düşündürüyordu her seferinde. yanımda öylece duruyordu, ağzında mor bir çiçek. onu bu şekilde izlemek keyifli, ama her anın sonundaki o kendimi fazlaymış gibi hissetmelerim olmasaydı. ona mızmızlanmak gibi geleceğini bildiğim huzursuzluğumu belli etmek için biraz kımıldadım, öksürdüm. şuan düşününce cidden küçük bir çocuk gibi davrandığımı fark ediyorum. o ise yüz ifadesini bozmadan, elimi tutarak dizlerinin üzerine oturdu. karşına oturdum. gözlerini açmadan çeneme dokundu, sonra burnumdaki kemerli yere dokunurken gülümseyerek alnımı sevdi. gözlerini açtı. çiçeği eline aldı. bir eliyle gözlerimi kapatırken diğer eliyle çiçeği dudaklarıma yerleştirdi. çiçeğin sapında kalan çimenimsi o tatla, onun içtiği şarabın tadı, mor bir renkte birleşip dilime değdi. saniyeler içinde vücudumda dolaşan mavi ve kırmızı kanlar birleşip daha az kirli bir şekilde burnumdan çıkmaya başladı. mor ve vücudumun her hücresine değmiş olan kirli karışım. kan miktarı o kadar azalmıştı ki vücudumda, başım istemsizce geriye düştü. siyah gözlerimi görebiliyordum, gözlerimden ruh diye tanımladıkları enerji çıkmaya başlamıştı. yere düştüm. gözlerimden geçerken siyaha boyanmış benlik, görebildiğim tüm alanı kapladı. son kalan gücümü, dilimle çiçeği emmeye devam ederken kullanıyordum. dilimin ucuyla damağımda daireler çizerek eziyordum çiçeğin sapını ve özüyle şarap karışımını içiyordum bir çiçeğin koparılan yerinden. çizdiğim daireler her seferinde daha da kuvvetleniyordu. gördüğüm karanlığın içinde bir şey dilimle aynı tempoyu yakalamaya çalışıyordu. daireler oluşuyordu siyahlıkta, iç içe geçmiş bir sürü daire. tam göremiyorum. uzakta biraz. küçükken su ve annemden gizlice aldığım deterjanla yaptığım baloncuklar gibi. biraz daha içine girmem gerek. uzak dediğim anda uzakta ve içine girmek istediğim anda içindeyim. görmek istediğim yerden görüyorum. içinden bakınca dışarısı aynı gözüküyor. vücudumdaki son hareketlilik gövdemden geliyor, gövdemden başlayıp göğsümden geçip burnumdan son canlı hücrelerime dokunmuş karışımım çok kuvvetli bir şekilde fışkırıyor. refleks olarak çığlık atıp yere eğiliyorum. burnumdan çıkan kan karışımından içine girdiğim bu daireler sayesinde korunuyorum. gözümü açtığımda her yer mosmor. ruhum, ruhum koskoca bir galaksi, bir boşluk, hiçlik oldu. dokunulmazlığından bir şey kaybetmeyen ruhuma, aynası denilen gözlerim rengini verdi ve ben kendi gözlerimi, ruhumu göremez duruma düşürüldüm, sevdiğim şeyler tarafından belki de hayır diyemeyişlerden, belki de daha kendini bilmemezlikten. ben kendimin yıllardır hapishanesiyim. bedenimin bulunduğu her yer, yaşadığı her an, tokalaştığı her kişi. bu hapishanede görmek zorunda katlandığım kirlilikten ibaret. beni bu kire bulamayan tek şey annesinden gizli deterjan alıp balkonda baloncukların yolunu izleyen çocukluğum. bu kirliliğin içinde yıllardır oturup durmaktan başka yaptığım tek şey ummak. bir gün öyle bir ışık saçarım ki, tüm bu pislik dökülür üzerimden, siyahıma kavuşur, benliğimi görürüm.

2 Haziran 2016 Perşembe

Trabzon`da güneş o kadar büyük ki. Hayatımda gördüğüm –hatırladığım ve hatırlayacağım– en güzel gün doğumu. Yaşanan tüm aksiliklere rağmen sadece bu görüntü için bile gelirdim bunca yolu. Sana anlatmak istediklerim aslında buydu. Ben istediğim şeyler için çabalıyorum, sonuna kadar geliyorum. Bu yolculuk sırasında birilerine yardım etmeye çalışıyorum, birilerini bazı yerlerde bırakıyorum. Ama sonuna kadar gelmek için çırpınıyorum. Ve geç kalıyorum. Bu hep oluyor. Bazen cayıyorum, zaten olmayacak diyerek geri dönüyorum. Bu sefer, kafaya koyduğunu yapacaksın dedim kendime inat ettim. İlk defa kesin kararlar alma cesareti gösterdim, bu benim için o kadar önemli ki. Kendime ben bu kadar inanmıyorken, bir insanın inancının bu kadar kuvvetli olması... Bunu anlar mısın bilmiyorum, içimde tutamadığım şeyleri buraya yazıyorum, buraya yazıyor olmam da içimdeki duygulara değer verdiğimi gösterir, bir kağıt parçasına yazarak kaybolmasına izin verebilirdim. Birileri bilse de bilmese de ben buraya yazıyor, kendime değer veriyorum. Kendime değer verdiğimi bu sabah hissettim. Hep böyle parça parça kaldı cümlelerim ya, ama bunları söylerken sesimi duymanı isterdim. Saat beş buçukta şarkılar söyledim, ben bugün kırıklıklarını tazeledim. Aslında çok acı, ama o gün doğumunu görseydin sende severdin. Hiç bir şey elde edemesen de çabaladığın için kendinle gurur duyardın. O güneşi görmeni isterdim. Her neyse işte işler bazen yolunda gitmiyor, istediğim şeylere yetişemiyorum. Ama gün doğuyor. Düşünsene saat sabah beş buçukta trabzonda sigara içiyorsun. Gün hep doğuyor, ben pek göremiyorum. Ve bu arada 2016 yılında olmamıza rağmen hala ışınlanma bulunamadı.

29 Mayıs 2016 Pazar

iyilik, beklentiyle yapılan bir şeydir. ben gönlü güzel insanların mutlu olacağını bildiğim sürece iyilik yaparım.

28 Mayıs 2016 Cumartesi

ben de malt severim. aklımda başka da bir şey yok. belki sonra yazarım.

26 Mayıs 2016 Perşembe

aklıma o kadar çok soru cümlesi geliyor ki, ben ojeli parmaklarımla başımı okşuyorum. cümlelerin sinirlerimden bir ışık halinde nasıl geçtiğini hissediyorum. bir bir yıldıza tutunup onu ipe geçirmek gibi, yaşasın yıldızlardan bir kolye yapıyorum! sana hiç duymadığım soruları soruyorum, birileri bunları düşünüyor mudur? belki kafa açtığımı düşünüyorsunuzdur, belki beni itici bulacaksınız ki sizinle tanıştığımızda benim için iticilik saçıyordunuz. yüksek sesli bir kahkahanız, çıkık elmacık kemikleriniz vardı. elmacık kemikleriniz, bir tek elmacık kemikleriniz güzel gözüküyordu. o sırada güzellikleri görebilecek bir görüşe sahip değildim. hem yüksek sesle konuşan insanların bağırır tavırlarından çekinir onlardan uzaklaşırım. bana acı veren şeylerden bahsettiğimde dünyaya ne kadar küçük bir pencereden baktığımı söyleyeceksiniz bana biliyorum. ama acılarımı anlamanızı umuyorum. eteğimde kuruyan alçıdan insan kafası yapacağız.bu insanların ilk önce ağızlarını keseceğiz sonra burunlarına nefes almaları için küçük delikler açacağız. ve tanrı kadar mükemmel bir sistem oluşturamayacağımız için göz yerine de sabit büyüklükte delikler açacağız. sonra kafataslarını kırıp içine dünyanın asıl pisliğini dolduracağız. ilk önce bir kaç kağıt parçası koyacağız o güzel çanağa. sonra et parçaları yeni kesilmiş bebek kordonuyla sarılmış et parçaları. daha sonra etleri ve kağıtları parçalayacak sıvıyı boşaltacağız. sıvının beyaz kısmı gözlerden akacak. insanların beyinlerini yıkadığı açlıkları gözlerinden akacak ve tüm insanlık bu beyazlığın özünü bilecek. birbirlerinin yüzlerine bakıp tiksinecekler.

25 Mayıs 2016 Çarşamba

telefonu bir an önce kapatmak için söylenen bir "iyi geceler.". dün böyle bir telefon görüşmesini bitirdim, inan acıtıcıydı. istediği cevapları alamayan bir adamın benimle konuşmasının bir anlamı olmadığını rüzgardan daha çok hissettim o sırada. sadece iki kelimeden bahsediyoruz, ama söylenişi söylerken yüzündeki ifadesi veya oturuşu, bunların hepsi söylediği sözlerin çok ötesinde ve daha anlam barındıran şeyler. bizim bu yazdıklarımız da öyle. neden insanlar bu yazılarda kendilerinden bir parça buluyor, içlerinde kendi yüz ifadeleri var. hayatlarına daha önce değişik hislerle girmiş kelimeler var. benim yazdıklarımda neden kendinden bir şeyler gördüğünü düşünüyorsun? bu kadar basit aslında, sen okuduğun için. bana, benim yazdıklarımdan dolayı bir hayranlık veya hayranlık demeyelim de merak duyuyorsun. ama bu ilgi merak ya da hayranlık benimle tanıştığın an son bulacak. çünkü benim cümlelerimi benim duygularımla hissedeceksin. bu duygular sana oldukça uzak gelecek. bu yüzden beni tanımanın o kadar güzel bir şey olmadığını söylüyorum. benim hislerim sanırım biraz uzak. beni görene kadar bana hayranlık duyup istediği cevapları alamayınca benden uzaklaşan insanlara bir yenisini eklememek için çaba gösterir hale geldim. kafalarında kendilerince bir ben yaratıyorlar hatta geçenlerde biri "ben bir şey kullandığını düşünmüştüm bu yazılar sağlam bir kafadan çıkamaz." demişti. okuduğu şeylerden bir ben yaratmış ve hayranlık duyduğu o kişiyi bekliyor. ben yüzlerce insan oldum bu yüzden beyinlerinde. oysa ben benim. insanların kötülüklerini hissettirmeye çalıştığı düzende masum kalmaya çalışıyor ve hislerimin bir tek varlığımı hissettireceğini düşünüyorum. belki bu yüzden aşırı dozda yaşıyorum, ama yaşıyorum. birine hayranlık duyunca onunla saatlerce sohbet edip ayak bastığımız yerden fidanların çıkacağını göreceğimiz anlarım olsun istiyorum. balık tutarken, sigara içip arada bir küfredelim istiyorum. onunla şarap içip sevişmekten daha benim evrenimden şeyler bunlar. benim evrenimden görmeye cesaret edemeyip, ona sahip olmanın aslında ne kadar kolay olduğunu göstermeye çalışıyorlar. benim oyun evim gibi düşün, içinde istediğim oyunu oynuyorum ve mutluyum. küçük bir çocuk gibi en doğal halini yaşıyorum. neyi ya da kimi beklediğim konusuna gelirsek, her gün saatlerce denizi izleyen mutsuz biri var. gözlerindeki açıklıklar, onu mutlu edeceğine inandığı şeyin aslında ne kadar yavan olduğuyla yüzleşmeyi erteleyen. bu düzen diye defalarca dile getirdiğim şeye ayak uydurmuş ve bu evrimden nefret eder hale gelmiş. çocuksu aslında, görsen sen de derdin dünyada yapılabilecek en güzel iyilik bu adama mutluluğu geri vermek olurdu diye. bir gün onun hasta bakıcısı olacağım. mutsuzluğunu iyileştiremeyeceğim bir insanın yanında duran yaşlanmış küçük kız çocuğu. tabi o zaman bunlarda kalmayacak, bu kadar yazmayacağım o kıymet bilmez beni yanında tutarken. belki kendi uydurduğum bir dilde hastam öldükten sonra odasının duvarlarına cereyanda kalan yerlerimin ağrısını yazarım. o da belki. o zamana kadar herkesin tanrısallığını sorgulayacağı bir hayal kırıklığı olarak besleneceğim.

20 Mayıs 2016 Cuma

öyle bir düzen var ki, ayak uydurmak zorundasın. bu düzende dikkatimi en çok çeken seçimler ve getirdikleri. bir insanla rast gele tanışıyorsun, bankta, okulda, yurt odasında, arkadaş yanında. ama birileriyle tanışıyor sohbet ediyorsun. onun sevdiğin veya sevmediğin özellikleri oluyor. bu özellikleri biriktiriyorsun. sevdiklerin uygulama kısmına, sevmediklerin uzaklaşma bölümüne aktarılıyor. sonra bir gün o insandan nefret eder duruma geliyorsun ki şöyle bir şey vardır, bir gün herkesten nefret edersin. ve de en sevdiğim insan henüz tanışmamış olduğum insandır. gün geliyor nefret ettiğin insanın nefret ettiğin özelliklerini kendinde görmeye başlıyorsun. "aa onun gibi davrandım." bu cümleyi senin kafanda kurguladığın şekilde söylemiyorsun tabi benim yazdığım tonda söylemen gerekir. nefret ettiğin bir insana dönüşmek veya kendinden nefret etmeye başlamak bir sorunun başlangıcı mı? peki lafı dolandırmayı keseceğim, eski ellerim olaydı lafı dolandırmayı iyi bilir ve istediğini dile getirmeyi becerirdi. acı çekmek, gerçekten elimizde olan bir şey mi? haddimden fazla acı çektiğime inanırdım, ki o anlar da yaşadığım hislerin gerçekliği şuan ki hislerimin gerçekliğine göre oldukça yüksek. acı çekmek beni bana hissettiren bir şeydi. ben belki de bu yüzden acılarımı benimsemiş ve onlarla olmayı sevmiştim. ama acının özü, çıkış noktası benim elimle tıkayamayacağım büyüklükteydi. ben de itiraf etmeliyim ki çıkış noktasından beri acımı elimde taşıyıp yağmur damlalarını elinde toplayan çocuk gibi bir göl oluşturmuştum. bu birazcık acınası biraz da hayalperest bir şeydi. uç bir histi ve sanki vücudundaki kanser hücresini beslemek büyütmek ele geçirmesine izin vermekti. belki de şuan umursamıyorum diye böyle geliyordur kulağa, havada kalıyordur, kabul etmeyi zaten kabul etmişimdir. evet. ben kabul ettim sanırım. acımı uyuşturarak acımı benim büyüttüğümü kabul edip onu bıraktım. ve ondan beslenen hücrelerimi açlığa ittim. soruya dönüş, acı çekmek gerçekten elimizde olan bir şey mi? evet veya hayır cevaplarımın ikisini de savunacak cümlelerim var. peki ne için acı çekeriz? başka insanların yaptığı hatalar. zaten ilk önce diğer insanlara atıyoruz suçu. onun yüzünden acı çekiyoruz. başkalarının yaptığı hatalar yüzünden çektiğimiz acılarda bizim tek suçumuz var, ilk onları suçlamak. o zaman izim kendi yaptığımız hatalar var sırada. güzel tatlı hatalarımız. ben bir kaç hataya göz yumdum mesela, göz yumarak bile kendime benim dışımda bir karakter verdim ve kendime karşı hatalar yapmış oldum. ne kadar çok hata kelimesini kullandım. sanırım artık bunlar beni gerçekten ilgilendirmiyor. yaşasın çok güzel uyuşuyorum! benim hata yaşım gelmemişken benim canımı yakan insanlar için üzülürdüm sonrasında iki ihtimal var ya kendime üzülmeyi benimsediğim için kendime acı verdim ya da gerçekten yetişkinliğe geçerken insanın bazı acıları tatması gerekiyor bunun için de bazı ufak hataları yapması gerekiyordu. bu yazımda ne kadar da ciddi bir tavrım var, içtenliğimi kaybedip antidepresanın o meşhur gülücüklerini saçıyorum. üçüncü güzide soruma geleceğim; acı çekmemize kimin yaptığı önemli olmayan hatalar neden oluyorsa, benim dediğim hataları gerçekten de ben mi yapmış oluyorum? bir insanla tanışıp zamanla onun kötü özelliklerini kendimde görmeye başlıyorsam aslında kendime yeni bir özellik eklemiş oluyorum hemde o insana ait. ve o insan dediğim başka bir insanın yaptığı saçmalıkları ben kendim yaptım varsayıyorum. yani dostlarım öyle bir düzen var ki, ne düşündükçe içinden çıkabiliyorum ne de ayak uydurabiliyorum. ilaçlarla uyuyor, ben baya uzaklaşıyorum.

6 Mayıs 2016 Cuma

kalbini küçük bir su birikintisine atıp hızlı adımlarla uzaklaştı. ve küçük bir çocuk küçük ayaklarıyla dalgalar oluşturdu o su birikintisinde bunu oyun haline getirdi ve defalarda kalbini parçalarına ayırana kadar zıpladı. tekmeledi. izledim, hepsini şu küçük pencereden izledim. ışıktan daha aydınlık şeyler giriyordu odama. ve ben odamdan çıkmak istemiyordum ancak karanlıktan görebilirdik aydınlığı. gördüğüm tek şeyin aydınlık olması korkularımı yenmeme de yetiyordu. hırkalarımın kollarında kurumuş sümük kalıntıları var. yakalarımda beraber uyuduğum adamların salyaları. ağzımda ertesi güne kalmayacağını bildiğim tatlar. ne çok roman karakteri var aşık olunacak. kitap okumak kendi kendine kendini tatmin etmek gibi. aklını kaybeden anneme sarılıp uyumayı özledim, aklını kaybeden kadının aklını kaybeden kızı. terk eden adamların kadını ve küçük kedilerin annesi. tek gözü kör küçük siyah kedi, sabaha kadar uyumadığım beslemek için. intihar et öyle birine dönüşürsen diyen dostlarım. dostluğun başlangıç tarihi yoktur. biriktir hepsini, hepsini biriktir bir çuvalın içinde ve şehrin en yüksek binasından aşağı at. sırtımda bir üşüme, parmak uçlarım soğuk ve yüzüm. en çok yüzümde hissediyorum bunu. "sen güçlüsün zaten" cümlesini söylediği görüntü gözümün önüne geliyor. ayak baş parmağımla klozetin deposunu dolduran musluğu kapatıyorum. sigara dumanı üzerime geliyor. eski sevgilimin yazılarımda sigarayı çok kullanmama eleştirmesi geliyor aklıma. benim sigara içmeyecek kadar iyi sevgililerim olmuştu. küçücük ve mutluluk taşıyan bir adamdı. herkese iyi dememem konusunda uyarıyorlardı beni. insanlarda iyilik aramak içindeki iyiliği de öldürürmüş, güzel ölüyoruz.

5 Mayıs 2016 Perşembe

bakın korktuğum başıma geldi neden anlamak istemiyorsunuz, bunun olacağını biliyordum. ilk başlarda iyi gelmişti. artık o kadar çok düşünmemeye başlamıştım, birden fazla şeye odaklanmıyordum. her şey ayarındaydı. ama şimdi baksanıza şu ellerime her yerinde yaralar çıkmaya başladı. kaşımaktan kendimi alıkoyamıyorum kaşıntısını durdurmak için günde üç taneden fazla içmem gerekiyor şu haplardan. bu haftan on tane içerek intihar eden insanlar var. önceden ne kadar hızlı konuşabiliyordum, nefesimi bir paragraf konuşmaya sığdırabiliyordum. bakın şu halime ayağa kalkıp odanın içerisinde dolaşmaya bile takatim yok. ben ki bu odadaki her konuşmamda dolanıp dururdum. yorulduğumda sizin şu not kağıtlarınızdan birini alır size hatıra olarak bir resim çizerdim. beynimin bir tarafını hep meşgul etmek zorundaydım rahatça konuşabilmekk için, yürürken adımlarımı düzgün atmayı düşünürdüm, kağıtlardaki çizgileri kullanarak resimlerimde hep bir şeyleri gizlerdim. gizleme isteğim vardı, ve ben size gerçekleri anlatmak için resimlerde bir şeyleri gizliyordum. artık resim çizemiyorum. elime boya değdiğinde bu yaraların acısı daha da artıyor. bu yaralar niye çıktı, ani üşümelerim de oluyor. sağ gözüm evet özellikle sağ gözüm çok ağrıyor.

4 Mayıs 2016 Çarşamba

bir kaç yazıdan ibaretiz, bir kitap olmak vücudumdaki çocukları kazımam gerek. ben öyle güzel şeyler yazamıyorum ki, hem yaşadığım evrende güzel yazı yazan insanlar saf sevgiden uzak "sevişir ve yazar adamlar" hem bedeni hem ruhu arındırıyorum kandırmacasıyla uzun yaşar mı acaba diye düşünüyorum. olsun, ben çocukluğuna veriyorum. çocuksu, saf, dürüst, yüzsüz. sevişir ve yazar adamların yüzsüzlükleriyle doluyuz. yüzsüzlükleri bile güzel bazı insanların. ben nerede olduğumu daha çözemedim, çok sevdiğim bir dostumla dertleşiyorum, bazen de güzel insanların yolculukları oluyorum. hayran olduğum adamların sayısı git gide azalıyor, sanırım öyle adamlar erken ölüyor. ben hayran kalmak için saatlerce sorguya çekiyorum bazılarını sırf kendimi inandırmak için bu çaba. ben çok acıtıcı şeyler yapıyor ve bunları hissetmememi sağlayacak ilaçlara para harcıyorum. para her şeyin çözümü, güzel düzen. bu şehirde de bir tek piyanonun başına geçtiğim anların hazzına bağlanarak kalıyorum. para etmeyecek şeylerden mutlu olduğum için belki de düzen beni kabul etmiyor, ben düzenin evi saydığı toprağa akşamsefası çiçekleri ekiyorum. saf sevgi dostlarım, şu dostlarım kelimesinin de gereksizliği beni rahatsız ediyor ama sizlere ne sıfatla sesleneceğimi bilmiyorum. saf sevgi diyordum, sanırım bende büyüyor ve hayatımdaki tüm sevgileri öldürüyorum. ben yazmaya uzaklaşmışım. sevemez olmuş. vicdanımı uyuşturmuşum. cebimde bozukluk bile taşımıyorum artık yol kenarında melodika çalan çocuklar için. yorgan açıldığında üşürüm diyorum, üşümek hissettiriyor. bir an öncesinde var olduğunu üşüme uyuşmasında düşünebiliyorsun.çiçekler ekmek istemiyorum yol kenarlarına. tablolarım yarım. deniz kenarlarında kırmızı sahile vuruyor. fazla yaşamam sanırım zaten bakınca güzele olan inabcım kalmamış, hayal gücümü öldürmüşüm, kendimi kaldırıp çöpe atmışım.
yaşadıklarımı düşünmemem gerektiğini, artık saplantılarımdan kurtulma vaktimin geldiğini düşündüğüm sıralarda bazı destekler sayesinde bunu başarabildim. başarabildim dememin nedeni, son günlerde yaşadığım trajedik yani sorgu halime göre trajedik olan olaylara karşı verdiğim tepkiler. sorgunun süresinin dolacağını hissediyordum, vakti gelmişti karga olup uçmanın. bunlar küçük yazılar. sorguyu özleyeceğim, kurguyu ve kargayı. büyüyorum, sorgu kadar iyi niyetli biri değilim artık veya iyi biriyim diye kendime diretmiyorum. ben kabullenişim, kurguladıklarımla var olacağım. düşünmeyecek yorulmayacağım. yaşasın antidepresanlar, kahrolsun ilaçların kaşındırıcı etkileri. çikolata istiyorum biraz. ben bakkala gidiyorum. pijamayla bakkala gitme rahatlığını seviyorum.

2 Mayıs 2016 Pazartesi

İnsanı yolda tanırsın, kendimde keşfe çıktığım güzel bir yolculuk. Kötü bir insanım. Ben utanmaz rezil bir insanım dostlarım. Ağlamıyorum, buranın sahili güzel ağlamakla burayı kirletmem. Rüzgara karşı uçuyor burada kuşlar. Ve ben bir adamın hüzün dolu yolculuğu oluyorum. Eğer böyle birine dönüştüğünü hissedersen intihar et diyen bir dostumun sözü beynimde dönüp duruyor. Onun yanına gidip beni ağlatmasını istiyorum, temizlen ruh ağlayarak temizlen. Dudağında alışkın olmadığın bir tat var. Bir kaç saate geçecek. Ben yıkmıyorum, yılışdıkça daha sert bir kabuğa kavuşuyorum. Çok soğuk bu şehir, gidip dinlenmeliyim.

17 Nisan 2016 Pazar

Her hissediş, geliş amacına yakınlaştırır. Omzunda ağladığım kadınlar bugünümü bugün yapan. Omzundan diken çıkan kadınlar, ben omuzlarında ağlarken. Hem feda dolu bir parçasını veren hem de kafanı delip kan akışını izleyen. Kanamış kadınlar bunlar. Bu günlerde kadın sıfatının üzerinde fazla duruyorum. Muazzam bir karmaşası yokmu kadının? Vücudunda morluklar var kadının, ne yüzünden morluklar oluştu anlayamıyorum. Biri mi dövdü, ya da bir yerlere mi çarptı kendini, çok şehvetli bir sevişme mi yaşadı. Bilmiyorum, morlukları kapatışını izliyorum. Bir çok acıyı nasıl gizleyebiliyor, hayranlık uyandırıcı. Resmen tüm yaralarını gizleyip markete gidebiliyor, pazara çıkabiliyor, gün için gelen kadınlara yemek hazırlayabiliyor. Ne büyük trajedi tanrı! Ben buna alışamam hayır görmemeliyim bunları. Hissetmemeliyim boşverişini. Ben güçlü değilim tanrım, boşveremiyorum nefes almaya devam edip. İçimden çıkıp kapalı havuzumda yüzemiyorum. Ama bir kadın boynunu örtüsüyle gizliyor, ben kadının ölmüş çocuklarına ağlıyorum. Büyüdükçe dünyanın acınası halini görüyorum. Onlar acınası hallerini ve morluklarını gizlemek için omuzlarından dikenler çıkarıyor. Ben o dikenlerin kafamın içinde nasıl büyüdüğünü hissederek ölüyorum.

16 Nisan 2016 Cumartesi

İlk düştüğümde bana sıfat seçmemi söylediler, kadınım dedim. Bu kadınlık benim. Bu bedeni ilk ben sevdim, ve sevgimin sonsuza ulaşacağı şekilde sarıldım kadınıma. Kadınım, kadınlığım, benim güzel kadınlığım. Bu beden benim dedim. Karşısında durdum düzenlerinin yeni çıkan göğüslerimi saklayarak yürümektense göğsümü gere gere çıktım apartmandan ve dünyaya saldım gökkuşağını. Göğsümden, tahtayı andıran yerinden gökkuşağı çıkardım günlerce. İstediğim adamlara ve kadınlara dokundum. Onların bedenleri hayranlık vericiydi, ve onlara dokunmak benim için parmaklarımda dolaşan küçük bir uğur böceğiydi, uçmasını beklediğim ama istemediğim. Bedenim üzerinden konuştu düzen diye uydurduğumuz mavi aç bir kuş, bedenime ve bedenlere dokunan parmak uçlarıma hakaret etti. Parmaklarımı jiletledi ben ayı olmayı istediğim bir günde uyurken. Sevmeme de hayır dediler sevişmeme de, sevişmekten hep korktum ben. Ben sadece dokundum ve öyle güzel bir el vermiş ki bana tanrı jiletlenmiş yerlerinden fidanlar çıktı parmaklarımın. Sonra bana artık kadınlığın bitiyor dediler, ki ben çok seviyordum vücutlara fidanlar ekmeyi.

3 Nisan 2016 Pazar

müziğin sesi sonuna kadar açık, ve şarkıya eşlik etmeye çalışan adam şarkının bir adım gerisinden şarkıya eşlik edip tüm melodinin güzelliğini yiyor. kafamı gitarın telleri gibi sallıyorum, açık pembe hırkam ve siyah ojelerimle ortama ayak uydurmaya çalışıyorum. ortam, ortamda kağıtlar yazılar yazılmak için değil içine çiçek koyup çiçeklerin ölümünü hissetmek için. gördüğüm her varlık için bir çiçek ekiyorum ve tanrının kafası güzel olsun diye tüm çiçek tarlamı kağıtsız ateşe vereceğim. tanrı bu kadar kötü çocuğuyla uğraşırken ne kadar yorulmuştur, sevgili babacığım. bazen yaşadığım şeylerin gerçek mi yoksa hayal mi olduğunun farkına varamıyorum, saç diplerim ıslak ancak ben bunu balkondayken hissetmek yerine yastığa kafamı koyduğumda hissediyorum. balkonda rüzgar yüzüme vuruyordu. acaba hissetmedim mi? acaba ben o gün o adamla sarılarak mı uyudum, uyuyan ben miydim bunların hepsi bir hayal miydi? hayal gücüm bu kadar yüksek diye belkide böyledir, hayallerim o kadar gerçekçiydi ki her zaman. yaşadıklarımı da hayal diye görmeye başladım. saçlarını örüyor kadınlar, ne kadar güzel kadınlar bunlar. kadınlar neen bu kadar güzel ve oyunbaz, erkekler neden bu kadar saplantılı. erkekler çok saplantılı. kendinde kurtulabilmiş erkekler var sayemde, artık daha güzel bir erkek, artık daha sevgi dolu. güzel bir çocuk büyüttüm. ben onu bana değil, dünyaya yetiştirdim. acısını her anımda yaşıyorum. benim küçük fidanım, küçük fidanımda açan çiçekler kurutularak bir kağıda girdi. biraz tat verdi dilde kalan sarılığa.

29 Mart 2016 Salı

Bir hafta önce, tam kendime gelmeye başlarken "erkek arkadaşın var mı?" diye sordu. Çok yumuşak sesli bir kadındı ve ellerini ellerimden hiç ayırmıyordu. ayılmaya başlamamdan kaynaklı sürekli verdiğim klasikleşmiş cevabımı verdim. Yüzümü yıkamaya gittiğimde, yanımda daha önce hiç görmediğim bir kız vardı gülümsüyordu. Benim iyi hissetmem için yapıyordu bunu. İnsanların o korkuyu atmaları ve üzerime gelmemeleri için bende kendimi oldukça sıkıyor bir an önce bu yaşanılanların unutulmasını istiyordum. Hiç istemediğim bir yerde ben vücudumu bırakmak için çabalıyordum. Elimdeki biriktirdiğim suyu yüzüme döktüğümde, fark ettim ağlamıştım. Yüzüm yanıyor, gözlerim kızarmıştı. Sesini beğendiğim kadının cümleleri geçip duruyordu beynimde. Aklıma çok sevdiğim bir adam geliverdi. Latif`i yıllardır seviyorum. Sevmek, artık insanların iğrençleştirdiği bir sıfat ben onu sevmiyorum. Onun varlığını hissediyorum. Aklıma gelince öyle, mesafelerin varlığına sövüp gecenin üçünde çıktım yola. Ben ne deli karıyım aslında. O ne deli bir adamdı. Onu görmem gerekiyordu. Ben onu sevmiyordum, aşık değildim ama geçmişimdeki bütün güzel hisleri bu adama yüklemiştim ona, kendime sarılmaya, sarılıp uyumaya ihtiyacım vardı. Tüm iyiliklerim duvarındaydı, küçük yastığına ağladım gizlice ve gözyaşımın da onda kalmasını istedim. Bir çok ben, onda kalmalıydı. O bana sarılıp uyuyabilecek bir adamdı ben ışıksız olmak isterken onun öğrettiği gibi.gittim, gitmek zor değilmiş. Gitmek güzelmiş... Şu siyah beyaz balıklar gibiyiz, bazen yer değiştiriyoruz ama birbirimizden başka yöne yüzmüyoruz. O yanımda olsa da olmasa da bağlılığım baki, en özümden sevgim bu. Ve bu sevgi bana kendimi getirecek güçte.

28 Mart 2016 Pazartesi

Düzende bazı dönemler vardır, iniş ve çıkışların ritimlerinin arttığı dönemler. Kendisini kobay olarak kullanan ve bu kobay yönünü hiç sevmeyen bir kimyager gibiyim. Denek olan yanım, saf ve tüm bu kendini kaybedişleri yaşıyor. Ellerini yitiriyor gözlerini yitiriyor. Nefesi düzensizleşiyor. Her şeyden bihaber diğer kontrol düğmelerini elinde tutan yanıma karşı durduğunu düşünüp aslında onun emirlerini yerine getiriyor. Bu hapsolmamdan gelen bir şey. Bu şehre, bu kuşları izlemeye, bu suda yıkanmaya, her gün barbunya yemeye, beyaza yakın bir deniz kesintisinin manzarasını izlemeye mahkumun. Hasta bir kadının suratına bakarak uyanmaya mahkumum. Gitmek istiyorum, bıngıldağımdan seviyor beni tanrı. Gözümü kapattığımda sol kulağımın yanında kocaman bir hoparlör koyuyorlar, ve orada en güzel şarkılar çalıyor, biraz dinledikten sonra ben dah müzik açmamıştım ki dedim ve gözümü açtıkça şarkıyı söyleyen kadının sesi azalıyor. Yorgan çok ince. Peki tüm bu sistem, bu deneyler niçin var olmuş, niçin yaratmışım bu düzeni ve kendimi ölüme yakınlaştırmak istiyorum. Normal bir psikolojinin ürünü değil bu, ben acı çekiyorum. Acıyı en derinimde sinir uçlarımda ve gözlerimi kör edecek derecede başımın içinde hissediyorum. Deneyimi hayranlıkla inceleyen bir bilim adamı ve korkudan çığlık atmak isteyen bir aracım. Kendimi tanımak için kendimi kanatıyordum ve vücudum yani kontrol düğmelerini elinin altında tutan yanım, kanatmak senin sadece gözle görmeni sağlar dedi ve iç organlarıma kadar beni tanıttı. Sigara ciğerlerimi belirginleştirdi, yemekler midemi ve mideme giden yolu ezdi. Böbreklerim ağırlığınca taşladı, şeytan varmışcasına karşısında. Ben buna kontrol edemiyorum demiyorum. Kontrol edebileceğimi biliyor ve çabalıyorum. Ama içimi hissetmenin verdiği haz beni büyülemiyor da değil. O yüzden diyorum bir dönem diye, iniş ve çıkış. Durdurabileceğimi biliyorum, bunu yaptıktan sonraki gücümü hissedebiliyorum. Sorgulayıştan vazgeçmiyorum. En içtekini göstermek istiyorum, bütün hepsini anlatmak istiyorum yıllar boyunca süre gelen o muazzam ifade isteği atalarımdan kanıma geçiyor ve benim damarlarım sayesinde sarıyor.
Konuşmak istiyorum, Daha sakin ya da ayık kafayla değil. İstemeyeceğiniz bir istekle. konuşmak istiyorum. Ani titremelerime mantıklı cevaplar vereceğinizi biliyorum, yada hızlılaşan ritimsiz nefes alışverişime. Elini omzuma koyma cesareti gösterebikmiş tüm insanlardan nefret ediyorum, omzumdan diken çıkıyor. Keşke ümit edebildiğim kadar anlayabilseniz beni ve keşke her şey hayal kadar güzel, sarhoşluk kadar gerçekçi olsa. Ne kadar çok duygunuz var, keşke görebilseniz, iyiler mağaralarından rastgele çıkıyor, kötüler aynanın yanındaki suretler arasında. Cidden insanlara farklı suretler mi tattırıyorsunuz? Siz cidden bu tadı çok mu sevmiştiniz? Beynimin aktığı hissediyorum. Ölümün gerçekliğini hissediyorum, insanların umursamadığı her an. Onlar düşünmekten kaçtıkça ben yetim bıraktıkları korkularını seviyorum. Bu şehirde kadınların yüzünde bir karartı var.

25 Mart 2016 Cuma

Konuşabilmemiz için alkol almamız gereken bir dünyada yaşıyoruz artık. Mantıklı, konferansta kullanılan cümlelerin ötesindeki cümleler için gerekli bu. Duygu dolu olabilmek için. Hissedilmeyen vardır yıllar boyu. Güzel bir karın ağrısı. İç konuşmamın sesini buluşu. Ben yıllar boyu bağlıyım. Parmaklarımla boyadom portakal ağacını. Yer değiştirdik. Dünya değiştirdik.

22 Mart 2016 Salı

parmaklarımın dinç kalması gerekiyordu, hissettiğim parmak uçlarımla hissetmediklerimi sıkmaya çalışıyordum. tüm parmak uçlarım uyuştuğunda avuç içimi parmaklarıma sürtmeye başladım. ellerimi neredeyse kırk iki dakika boyunca ovdum. parmaklarım ve avuç için kızarmıştı. başımı nefes almak için kaldırdım, iç güdüsel bir şey bu. insanlar başlarını kaldırdıklarında daha derin nefes almaya başladıklarını düşünürler, ya da ben gözlemlediğimden bu saçma sonuca vardım. ki eğer doğruysa, insanlar böyle zannediyorlarsa insanları itici bulmakta sonuna kadar haklıyım. her nefes almak için başımı kaldırışımda insanların sayısı daha da artıyordu. insanların orada olması ellerimi daha çok sıkmama, dudaklarımı ısırmaya başlamama neden oldu. dudaklarımı hissetmiyordum. dudaklarım narkozun etkisindeymiş gibi uyuşmuştu. insanların sesleri artıyor daha çok ses geliyordu. kendimi sıkmanın etkisinden midir bilmem, bir anda tüm yüzüme yayıldı. gittiği yolu hissedebiliyordum. gözlerimin çevresinde dolaşıyordu. korkutucuydu. gözlerimin çevresindeki uyuşma daha çok telaşlanmama, daha çok telaşlanmam ise biraz daha ilerlemesini sağlıyordu. başım hala dönüyor. ben bu dünyada yaşayamayacak kadar ara bir yoldayım. ne bir patikayım ne de otoyol kenarında duran kadının elindeki sigarayım. insanlardan kaçmak için güzel bir gün, bahçede tütsü yakıp sigara içmek istiyorum, ayakkabılarım bir kenarda kalsın. bedenimden tiksinen ruhum mola vermek istiyor ve ben bir saat altı dakika boyunca onu bedenimde tutmak için savaşıyorum. çok yorgun hissediyorum, gökyüzü ve deniz. bu kurak sarı toprak yerine gökyüzü ve deniz istiyorum. aslında güzel olan gökyüzü ve deniz değil, benim onu istiyor olmam. bu benim hissim, gökyüzü ve denizin benim olması pek de önemli değil.

19 Mart 2016 Cumartesi

annemin ve annemin yakın arkadaşlarının gözlemlediğim tedirgin tavırlarına içten içe hep karşı çıkardım. hava karardığında evde olmamanın verdiği tedirginlik içime işlemiş ve alışkanlığım haline gelmişti. yoldan bir erkeğin adım seslerini duyduğumda koşar adım en yakın caddeye yürür başımı yerden kaldırmazdım. böyle yetişmiştim, kıraathanelerin önünden geçilmezdi, erkeklerle tokalaşılmazdı. ki benim erkek olgusuna olan uzaklığım ve hayatımda erkek rolünü üstlenecek birinin olmayışını da göz önünde bulundurduğumda, erkeklerin benim için korkulacak veya yaklaşılmayacak insanlar olması çok doğal bir sürecin ürünü. annemin çok küçük yaşlardan beri dediği bir cümle hayatımdaki bu korkunun az da olsa hala yaşamasına neden oldu, bu cümleyi her yolda yürüyüşümde hatırlarım, "tenhada yürüme kızım." ki benim gibi bir sürü kız çocuğunun, hatta erkek çocuklarının duyduğunu düşünüyorum. ve yetiştirilişimden kaynaklı olan bir şey daha çocukların bir cinsiyeti olduğuna inanmıyorum. çocukların kendilerini savunamayacakları apaçık. peki tek kendini savunacak insan topluluğu erkekler mi? erkekler rahatlıkla gezebilecekken gecenin bir saatinde, kadın hava kararmadan evinde mi olmalı? yirmibirinci yüzyılda olmamıza ve benim yirmi yaşına yaklaşıyor olmama rağmen tenhalarda sapıkların organ mafyalarının olduğu düşüncesi beyinlerden silinmedi aksine sapıkların, kötü niyetli insanların sadece tenha yerlerde olmadığı da açığa çıktı. artık eve gitmek için bindiğimiz otobüste bile tecavüze uğrayıp öldürülebilir, sevdiğimiz adamın gitar kutusuna sığmak için parçalanabiliriz. baba diye bildiğimiz öğretmenlerimizden her an her şeyi bekleyebiliriz. ha bir de, hani şu vicdan olgusundan bi haber olup "biz dindar insanlarız." diyerek diğerlerini ayıplayanlar var. rahat olduğu için birini ayıpla sonra git kırk beş savunmasız çocuğun hayatını karart. aranızdan abarttığımı düşünen oluyordur elbet, ne hayatını karartması ya daha çocuk yaşta çabuk atlatır diyeniniz vardır. umarım tacize, veya tecavüze uğramanın ne kadar acı sonuçlar verdiğini kendiniz hissetme fırsatı bulursunuz da sessiz kalmamanız gerektiğini öğrenirsiniz. ben öğrenciyim ailemden uzak bir şehirde, ve annem artık beni aradığında "ne olur ne olmaz kızım fazla kalabalık olan yerlerden gitme." diyor. ne değişti ki şimdi demeye kalmadan, lise öğrencisinin unuttuğu bir çanta için şehir merkezinden bomba imha ekibinin gelmesini bekleyen polislerin tedirginliğini görüyorum. "hanımefendi yolun bu tarafından yürüyün.". uyanıyorum, saat 10.58. kahvaltı falan derken zaman geçiyor. internetten öğreniyorum, ölü ve yaralı sayısı günden güne artıyor. bir yerden tanıdık geliyor bu durum küçükken haberlerde şehit sayısı yazardı. "dağlarda hainlere karşı duran mehmetçiklerimiz.." derdi sesi soğuk olan kadın. şimdi evine dönerken benim arkadaşım ölüyor. sevdiğim adamın ismi yazıyor ölenlerin arasında. ben aldığım nefesten utanır hale geliyorum, birileri bu sırada otobüste birini taciz ediyor, birileri bedenini ölümle sarıyor. hayat daha da karmaşıklaşıyor ve insanlar sadece bu karmaşaya ayak uyduruyor. artık nereden yürümem gerektiğini kestiremiyorum, evde duruyor olmam bile tedirgin olmam için yeterli. biz bir şey olmaz ya cümlesinden öteye geçemeyen insan ırkının bencilliğine hayran kalıyorum. "biz ne yapabiliriz ki"ciler var, onlara da şaşırmayacak duruma geldik artık. bir de benim gibi bordo klavyeliler var, benim de tek başıma yapabileceğimin şimdilik bu olduğunu düşünüyorum, vicdanımı koruyarak yaşamak. selam sana yirmibirinci yüzyıl insanı, kusabiliyorsun tüm kötülüğünü insanların ortasına, utanman bile kalmadı artık! kurtulmuşsun tüm yüklerinden!

17 Mart 2016 Perşembe

bunun adı sorgu. bu kitaptaki sorgulama beyindeki sinirlerin gereğinden fazla hızlı olmasıyla alakalı. fazlayız, benim kadar sende fazlasın. seni özlüyorum. seni de. ve seni de. hepinizi birden sevebiliyorum. sevgimin hepsini bir anda tükettiğimi düşündüğüm zamanlar oluyor, sonra tanrı babanın bana bu kadar sevgi vermesini anlamaya çalışıyorum. durmadan sorgulayışım bu yüzden sanırım. seninle sigara içmeyi özledim, ve seninle, seninle de. sorgulamakla geçen zamanlarımın ardından kurguladığım hayatım beni bekleyecek, sonra bir karga güzelliğinde sabaha karşı öleceğim kafesimde. benim için sevinen tek erkeği düşünüp onun yanında hiç olamayışıma selam olsun. bir gün okuyacaksın diye güzel yazacağım, ve sen okuyacaksın diye, bir de sen okursun. okursun bence ya, en azından arka kapaktaki yazıyı okursun. burası benim beynim. hepinizden nefret ediyor hepinizi seviyorum. nefret ve sevgi arasında git gelin hızı, arttıkça fark yoka gider. fark yok olursa, karga ölür.

15 Mart 2016 Salı

kitaplara olan bağımlılığımı biliyorsun, sarı saman kağıdına basılmış, tercihen elli yaşlarında. günümüz dünyasının küçük kız çocuğuyla, geçmişin hanımefendisi arasında sıkışmış bir yerde buldum kendimi çoğu zaman. kimsenin bilmediği bir yokuşun başında ve tüm insanların uyuduğu bir sabahta. küçük bir gökyüzü verdin bana, bir sürü insanın gözü olan bir yatak hazırladın en güzel tavan manzarasına karşı. ağlayarak uyuduğum geceler oldu, battaniyenin altına gizlenip korkudan uyuyamadığım, evinin küçük penceresinden sokak lambasından dallara vuran ışığı izleyerek hayaller kurduğum, telefonda sarhoş bir adamı sakinleştirmeye çalışırken uyuyakaldığım, sarhoş olup üzüm kokusunu parfüm yaptığım... ilk hediyemdi sanırım öküzgözü. şarap içmeyi seven insanlarız biz, küçük bir pencere önünde, tablonun en ufak detayını kaçırmadan. neden ve nasıl kısmını fazla sorgulamıyorum, büyüyüşünü görüyorum, büyüdüğümü biliyorsun. çok güzel yaşlanıyoruz. gönülden istediğine yürüyorsun. ve bana da sende yürümelisin diyorsun. birinin desteğine en ihtiyaç duyduğum zamanda senin cümlelerin dönüp duruyor kafamın içinde. inan, kafamın içinde ağzından çıkan her cümle yankılanıyor. canım acıyarak büyüyorum, ve bu acıya bile şükredip güzel düşüncelere yönelmemi sağlıyor beynimdeki cümlelerin. gözlerim doluyor, sanırım ağlıyorum ama biliyorum hep yanımda olacak bir abim olsun istemiş tanrı. tanrının işine akıl sır ermiyor. ben her şey için minnettarım, her şeyi gördüğümü ve biriktirdiğimi bilmeni isterim. hatalar benim, hatalarımla çiçek açacağım. güçlü bir kadın oluşumu izleyeceksin. "gönülden gönüle bir yol" gönülden gönüle oluşan bir yol için ne gerekir, insanlar birbirlerini içtenlikle sever mi, insan insanlığı bilir mi, bu tür sorular avuç içimde dolaşırdım daha küçük bir kız çocuğuyken. sen benim çocukluğumu da bilirsin. bundan on sene sonra sen benim gençliğimi de bilirsin diyeceğim, hatta dedikleri gibi bir düzen varsa tanrı insanlara ortalama altmış yıl ömür biçiyorsa ve bir çılgınlık yapıp tanrıya karşı gelmezsem senin mezarına gelme gibi bir lüksüm olacak. hem de en güzel buruşmuş halimle, "sen benim tüm yüzlerimi bilirsin." deme şansı.

10 Mart 2016 Perşembe

vicdanımız, ölümü, kadın. bu yazım küçük bir kıza mektuptur, beden yaşı büyük, duyguları küçük yaşta bir kadına... hayatın en güzel hissini yaşıyorsun kadın, seviyorsun. Sevmek, gövdenden yayılan dalları hissetmeni sağlar. Dallarda filizlenen çiçeklerini görürsün teninde. Sen görüyorsun biliyorum, yüzünde aşka dair çiçekler açılmış mevsim sonbahar olsa da. Görüyor, ses edemiyorum. Aynaya bakınca yüzündeki çiçekleri her sabah görüyor olmak sana yaşanası bir dünya kılar. Fakat bu dünyanın en acı veren kısmı, çocuksu bir saflıkta olması. Büyümek gerek. Tanrı, öyle ihtişamlı bir düzen kurmuş ki, insanın gövdesinden yayılan bir acı insanı büyütüyor. Yüzündeki çiçekleri soldurup, içindeki dalları kırıyor fakat seni büyütüyor. Sen büyümekle büyümeyi istememek arasında benim karşımda oturacaksın. Biliyorum ki, kendine herhangi bir büyüklükte iğne batırmayacak ve bahaneler bulacaksın. Kaçacaksın. Küçük bir kız çocuğu her zaman kaçar. Hepimiz büyümeden önce diğer insanların sevgi dediği o ağacı içimizde büyütmüş ve bu ağacı korumak için elimizden geleni yapmış insanlarız. Sen sevginin peşinden güçlü bir kadınsın. Sana saygım sonsuz. Ve bu ağacı korumak için bana yönelttiğin dikenlerini kabul ettim, kabul etmemiş olsaydım dikenlerimizi kılıç yapıp savaştırmıştık aylar önce. Bu dikenini kabulleniş nedenim ise, içimde ağaç yetişmeyecek solgun toprakların var olması ve bana sunacağın bahane dikenlerinin haklı oluşu. Kendini inandırmayı seçeceğin bahanelerin benli kısımlarının doluluğu. Kendini inandırmak isteyecektin, ben hatamı bilip sana geldim yetiştirdiğin ağaca hayran kalıp. Aziz dostum, sana göre dostum demeye bile hakkım var mı bilmiyorum. Ama ben sana iyi niyetle harmanlanmış bir dostlukla yaklaşıyorum. Umarım bir gün neden boyle bir şey yaptığımı anlarsın. Dikeninle yeterince kendimi yaraladığıma inanıyorum, biraz daha büyüyecek kadar yaraladım. Topuklarımdaki uyuşmadan başka bir şey hissetmiyorum şuan, sanırım kök salıyorum! Kadınlığı, bildiğim kadarıyla sana anlatmak isterim. Bildiğimden ziyade yapmaya çalıştığım kadarıyla. Kadın hisseder. Kadın öyle bir canlıdır ki, acı ve sevinçten ziyade bir kuşu, denizi, kıyısına işenmiş binayı bile hisseder. Seni hissediyorum. Samimiyetimi istediğin gibi sorgulayabilirsin, asıl sorguda ben ellerimdeki ufak lekeleri senin dikenlerinle silmiş bir şekilde çıkacağım. Seni hissediyor ve sana kıyamıyorum. Dostun olabilmeyi diledim, yanında olup sana destek olabilmeyi sen güçlü kalmalısın diyebilmeyi. Gözlerini bağlama sakın. Gözlerini bağlarsan o ağaç vücudunun her yerine zehirli tohumlar bırakır senelerce. Gözlerini aç, ve kendini severek içindeki ağacı yetiştirmeyi öğren. Güzel soruların var aklında, saklı çuvalına dolduracağın cevapları bulmak için soracağın sorular. Bunca acıya niye katlandın, neden kabullendin diyeceksin. Senin vereceğin bir cevap güzel kadın, bulacağın ilk bahanen. Orada olmamalıydım, bu benim hatam ben hatamın acısını senin yüzüne oturttuğun ifadenin rüyalarıma girmesine izin vererek çektim. Ben hatamın acısını yaşamadan karşına çıkamazdım. Bu da benim büyüme şeklim, sen büyüyorsun, ben büyüyorum. Umarım ders çıkarıp en güzel kararını verirsin. Ben öyle yaptım. Hayat bize, sınav bizim. İyi niyetini bildiğim bir kadına, vicdanın betonu delme çabaları...

2 Mart 2016 Çarşamba

boynunda portakal çiçekleri açan adam. bu yaz sabah altıda kedileri beslemeye adamıştım kendimi. izmire dair elimde olan tek şey, tek gözü enkaz altındaki siyah küçük kedi ve ona diğer kedilerden gizlice verdiğim ton balığı. geceleri uyumak tanrının, düzenin, en başta yaratılmış olanların bedenimize kodladığı bir alışkanlık. tüm bunlara karşı çıkıp yaz gecelerinde bahçedeki minderlerin üstünde sabahladım. karıncaların içinde gezdiğini duyduğum, belkide kedilerin işediği minderlere koydum saçlarımı. bir iki evin ışığı açık oluyordu bazen. içeride ne oluyordur acaba diye düşünürdüm, ağlıyor muydu içerideki, gizlice sigara mı içiyordu, ders mi çalışıyordu etrafındakilerin ışıktan rahatsız olmasını umursamayarak... yazılar yazıyordum o zamanlarda, hatta paylaşmadığım bir romanımın çok sevdiğim bir karakteri bu yaz kendini bulmuştu. bu kendini buluşta yardımcı ve kendisinin de haberi olmayan muazzam biri vardı, boynunda portakal çiçekleri açan adam. bu karakteri bulmak ve tanımak için her gece birileri olup bahçede sigara içiyordum. o bahçede çok güzel sigara içiliyordu. gizlice termosumdan şarap içmediğimde söylenemez. izmirde şarap içmemek biraz garip olurdu. bu karakterimde yaklaşık otuz beş, kırk yaşlarında bir kadındı, yaşına rağmen oldukça güzel bir kadın. benim kedi sever yanımdı ve bir ressamdı. benim yaşlarımdayken sevdiği adamın apartmanının girişine yağlı boyadan resim yapmış ve bunu bir gecede bitirmişti. sabah adamın şaşkınlığının pişmanlığa dönüşünü izlemek için tüm gece çabalamıştı. sonra bir gün fark ettim ki, bu kadın ve ben bahçede karşılıklı sigara içiyoruz. ona kedileri neden sevdiğini sordum, küçük siyah bir kediye yemek verme bahanesiyle uyumadığı gecelerden bahsetti. resim yapmasının nedenini ise, beynindeki karmaşayı nasıl anlatacağını bilememesinden geldiğini söyledi. hayranlık uyandırıcı bir hali vardı konuşurken. çok zayıf bir kadındı, saçları turuncumsu bir renkteydi. askılı beyaz bir tişörtü ve yeşil şortu vardı. nedenini bilmediğim bir şekilde hayranlıkla ona bakıyordum. yaşadığı şeyleri anlatırken yüzünü izliyordum, anlattığı her anıdan sonra gözü bir yere dalıyor, sigarasını yavaşça çekiyordu. bir anda pişman olup olmadığını sordum. ne demek istediğimi bildiği halde neyden pişman mıyım diye karşılık verdi. "apartmanını boyadığın adamın seni sevmemesine rağmen tüm gece resim yapmaktan, insanlardan soğuyacak kadar içlerini görmekten, sevgilisini seninle aldatmaya kalkışan o adamın arkasını toplamış olmaktan.. iyi bir insan olmaktan pişman mısın?" bu kadar uzun konuştuğumu o sırada fark etmemiştim, telaşlıydım ve bilmek istiyordum. cümlemin sonunda telaşıma karşı durarak gülümsedi. hayır dedi, "ben yaşadım, acıyı hissettim. bir insan ağlamadan iyi kalamaz. iyi kalmak konusuna gelirsek, dünyaya karşı durmayı bileceksin. dünyayı kötüleştiren insanoğludur, doğayla yetinmeyen ağaçları kesip bina diken insandır. yakıp yıkan insandır, öldüren insandır. ben insandan daha üstün şeyleri sevdim, kedileri besledim, mandalina fidanları diktim sevdiğim adamların bahçesine. binaları griden kurtarıp en güzel renklere boyadım.". imrenmiştim, kıskançlık değildi bu. imrenmiştim, ben bu olgunluğa ne zaman erişecektim, ne zaman sevdiğim adamların apartmanlarını tuvalim yapacak cesareti bulacaktım. cesur bir kadındı, acı çekmesine rağmen cesareti hiç yok olmamıştı. "nereden geldin?" dedim. "boynunda portakal çiçeği açan bir adamın boynundan düştüm." dedi. anlamsız bakışlarıma karşılık olarak açıklama isteği duydu. "sen antalyada doğmuştun değil mi? sen üç yaşına girecektin o sene. ben daha yeni doğmuştum. nisan ya da mayıs ayıydı. portakal ağaçlarında çiçekler açmış, arabaların olmadığı uzak yerlerde mazot yerine portakal çiçeği kokuyor. bir çocuk vardı on üç on dört yaşlarında. elinde ilk defa gördüğüm bir şeyle bize doğru geliyordu. hepimiz korkmuştuk, çünkü doğar doğmaz öyle şeyler söylediler ki bize, insanların gelip bizi babamızdan ayırdıkları sonra ölülerimizi biriktirdiklerini söylediler. hatta babamızı kestiklerini söyleyenler de oldu. çocuğun elindeki şeyle bizi öldürebileceğini düşünmüştük. gelip babamızın yanına oturdu. elindeki şeyi kucağına koydu, korkum meraka dönüşmüştü. elindeki şeye vurmaya başladı. öyle güzel bir ses geliyordu ki o vurdukça, ben bundan daha güzel bir şey olabileceğini sanmıyordum. sonra o küçücük çocuk minik parmaklarına eşlik etmeye başladı. daha güzel bir şey olduğunu, o şarkı söyleyince fark ettim. hayranlıkla saatlerce onu dinledik, kardeşlerimle. bizim etrafımıza dolaşan insanlar bu kadar güzel konuşmuyordu, seslerinde ya emretme duygusu vardı ya da sesini duyurma çabası. elindeki şeyi yere koyup ayağa kalktı, gitmeye hazırlanıyordu. üzülmüştüm. gitmesini hiç istemiyordum, burada kalsın şarkılar söylesin hep istedim. çocuk dönüp bize baktı, biraz yaklaşıp üzerinde doğduğum babamın kolunu tuttu. babam benim üzüldüğümü görünce dayanamadı ve ayaklarımdaki bağı gevşetti. o çocuk nefes alırken burnundan içeri girdim, toz tanesiydim her yere usulca sokulabilirdim. babamdan ve kardeşlerimden ayrılmış olmanın hüznünden çok, bu çocuğun bir sonraki şarkısını ne zaman dinleyeceğimi düşündüm. bir sonraki şarkısını yolda giderken mırıldandı, sesinin kaynağının daha aşağıda olduğunu anladım ve boğazına indim. oradaki ses telleri diye bilinen kaslara tutundum. yıllardır oradayım. senin beni şimdi tanıman da bundan, sen çok küçük bir çocuktun ellerin yüzün küçücüktü. seni hatırladım, sen de beni hatırlayacaksın. bu kadar zaman sonra karşılaşmamızın nedeni boynuna kurulduğum adamdan kokumu hatırlaman." paketten bir sigara alıp yaktım. mutlu olduğum zamanların kokusu bir adamın boynundan, ses tellerinden saçılıyordu. şarkıyı başa sardım.

26 Şubat 2016 Cuma

huzurlu oluşu garipsemek, biraz garip değil mi? evde oturup müzik dinleyip ot içen bir adam ve bana şefkati öğreten küçük yuzlu bir adam.bir adam, bir adam daha. Ne çok adam var bu şehirde? ve ben beni gören kadınlara sırt çevirip beni gören adamları düşünüyorum. tabi sadece düşünüyorum, öylesine aklıma geliyorlar, onlara da sırt çeviriyorum. sanırım tüm insanlara yüzümü göstermekten korkuyorum. yüzümde ateşte ısıtılmış iğne izleri var sanki. Yaşlanmış yüzdeki açılmış gözenekler gibi. Sanırım yaşlandığımı insanların fark ettiğini bilmek canımı sıkıyor. Tek başıma oturup evde itiraf gecesinin tadını patatesli omletle çıkardım.

24 Şubat 2016 Çarşamba

güzel bir ritim var, kulaklarımda. başımda bu ritimde sallanmakta. saçlarım bağımsızlıklarını ilan edip dans etmek istiyorlar. sadece bunlarda değil, vücuduğumun her yerinde dolaşan paylaşılmışlık, gövdemin bir yerindeki merkezinin ritminden çıkmış, kulağımdan bedenime giren ritme ayak uyduruyordu. adam ayak parmaklarıyla davulu çalıyordu, kadın elindeki bardağa tırnağıyla kemandaydı. bir kaç insan oldukları yerde sallanıyordu, güzel gitar telleri olmuşlardı. gitarın ne kadar itici bir müzik aleti olduğunu varlıklarıyla bana hatırlatmışlardı. bir an için kendimi tüm ritimlerin içinde, hatta ritimleri içimde bulduğum için iticilikleri görmezden gelme kararı almıştım bu gece. balkona çıktım, gitarın la teli olarak. lala lalala... gökyüzü, aman tanrım bu ne kadar muazzam bir gökyüzü. içinde bir sürü kedi var, ve bize göz kırpıyor. yaşasın fosforlu kedi gözleri, yaşasın yıldızları yaratırken karanlıkta yeryüzündeki kediler korkmasın diye gökyüzüne kedi gözü koyan tanrı! gökyüzüye ne çok anlam vermişsin tanrı, benim ciğerimden çıkan duman başka bir bedene giriyor. şurada duran kadının bedenindeyim, bardaki adamın sigara dumanı benim ciğerime tutunmuş bir siyahlıkla. bir bebeğin nefesini çalıyorum, otobüsteki tacizci adam nefesimi içine çekiyor. kötülüğü de taşıyor mu hava? yok, yok hayır kötü düşüncelere yer yok. hem ben mutlu suratımı takınmadım mı bugün? mutlu insanlara, mutlu insan olmaya!

20 Şubat 2016 Cumartesi

göbeğini şişirip dindiriyordu, kendini tanıma yollarını arıyordu belli ki, ciğerlerinin varlığından emin olmak için sigara içiyor ağrıyı hissettiğinde mutlu oluyordu. zamanla geçiyor ciğer acısı, sigara puroya dönüyordu. yemek borusundaki kasların hareketini hissetmek için şarap içiyordu sabahları. sabahlar güzel. sabahlar acı. sabah ayrılırsın evden, adam seni otobüse kadar bırakıp kendi yoluna gider. otobüsü bekleme nezaketi de gösterir hem de. kaçacak yeri olmadığından sabahı bekler gitmen için. yetişmesi gereken yerler olur. bazıları da kendine dokunup beyninde başkasını bulur. kendi iğrençliğinde yüzünü yıkar. insan yüzü ne acıdır dostlarım, benim gördüğüm yüzleri görebilseniz tüm aynaları kırar üzerine siyah kedileri oturturdunuz. üşüyorum dostlarım, sobadan golgesi vuran ateşte ısınmak yerine gölgesinden resimler çıkarıyorum. binaları köpeğe benzetiyorum, yoldan geçen gençlerin mutluluğunu izliyoruz. ben tüm adamları öldürüyorum, yüzlerine çiviler batırıyorum, kadınlar bedenlerini tanımak için karınlarını şişiriyorlar.

16 Şubat 2016 Salı

güzelin kötü oluşuna her zaman inanmışımdır. Güzel başlayan yazlar, haplarla biter. Güzel başlayan işler aksilikler tekerine yapışır. Güzel hissettiren ilişkiler rezaletle sonuçlanır. Tam biri için güzel bir şeyler yapacakken hayatının ne kadar kotu olduğunu yüzüne vurması gibi. Kadın erkek fark etmiyor, tüm kadın ve erkeklerden nefret eder hale geliyor insan. Ben küçücük bir odanın içerisinde güzel hisler yetiştirmek istiyorum. Saçlarım büyüsün çiçek açsın. Güzel filmler izleyeyim penceremden ve daha fazlasına ilişmeyeyim istiyorum. Ne alkol yardımcı olur bir insana katlanmaya ne sigara seni sakinleştirir. Antidepresanlarıyla yaşayan bir kadın olacağım ben. Saçları pembe, yüzü çirkince buruşmuş, elinden sigarasını cebinden haplarını ayırmayan bir kadın olacağım. İnsanlar birbirlerini ölüme hazırlar, her tanıdığımız insan bir nevi celladımızdır. İnsanların birbirlerini her gün öldürdüğünü görüyorum, çocuğumu öldürdüm be mesela. Çocuğumu daha şimdiden öldürdüm. Mutlu olmayı öğrenemedim, ona mutlu bir hayat nasıl yaşanır öğretemeyeceğim, o şimdiden ölü bir bebek sayılır. Umarım beni affeder kendi çocuğum. Ben annemi affediyor muyum cidden? Peki ya babamı? En son sevdiğim adamı? En son sevdiğimiz en çok sevdiğimizdir her zaman. Bay e.k.'yı affediyor muyum ben? Bay e.k. O kadar uzun bir bekleyişti ki. Neyse tanrı babayla bir anlaşma yaptım. O bana küçük bir oda verecek ben tüm cellatlarımı affedecek onlardan af dileyeceğim.

14 Şubat 2016 Pazar

tanrıya merhaba. Kaç zamandır, kaç zamandır dediğimde yaklaşık üç hafta artı yoğun geçen iki saat,bu kadar süredir çabalıyorum. Yazabilmeyi deniyorum, sıradan insanların sevebileceği tarzda, popüler yani. Popüler romanlar, popüler hikayeler... Popüler denemelere benzer bir deneme bile yazamıyorum. Okuduğum denemeler, makaleler sanırım hiç bir işe yaramıyor. Örnek alabileceğim bir tarz yok. Ve az önce eski yazılarımdan birini okudum ve kendime hayranlıkla baktım. Çok güzel yazmışım, ve artık kendimi ifade edemiyorum.

6 Şubat 2016 Cumartesi

soylenirken buldum kendimi. Yine kendime kızıyordum. Baş harfleri buyuk yazan telefona sövüyordum. Kendimi bundan daha kotu hissettiğim zamanlar oldu. Ama yine annem gibi dünyaya ve düzenine sövdüm. Tanrı sevimsizliklerle dolu yaratmıştı, matinesini yaşıyordum hayatın, enerjisi daha düşük. Böbrek taşı düşürsün diye bira içmek gibi, bira içiyordum. Etraftaki herkes bira içiyordu. Hepsinin içinde bir taş vardı, ve bira sadece taşı yıkıyordu. Parfümcü kızla saçma bir diyaloğa girmiştim, bana iyi gelecek bir konuşmaya ihtiyacım vardı. Benim için değerli biriyle konuşma isteğim bir dakika boyunca çalan ve bitirildi yazısıyla son bulmuştu. Bana kimse iyi gelmek istemiyordu. Tanrı içtiğim biraları affeder mi? Peki tanrı sevişmek için cesaret birası içen adamları affeder mi? Tanrı gerçekten affetmeyi sever mi? Bu insanlar gülüşlerinin ne kadar iğrenç olduğunun farkında değil mi, bir de fotoğraflarına yüklüyorlar gülüşlerini. Bedenimi kaça bölersek dört yaşında çocuklar olup kendimle oyunlar oynarım. Benimle oyun oynamak da hiç güzel olmaz, ben hep mızıkçılık yapardım. En azından oyun arkadaşlarım boyle söylerdi. Hepsi evli şimdi, çocukları bile olmuştur belki. Kendimle konuşmalarım niye bitmiyor, niye kendime kızıyorum. Niye insanların düşünceleri bu kadar önemli. Tanrı neden herkese duşunmesi için bir beyin verdi? Tanrı babanın küçük kızı olmadığım gerçeğiyle yüzleşmek can yakıcı. Ahmet Erhan şiirleri okusunlar beni uyutmaya çalışırken, sabahları annem Ahmet Kaya şarkısıyla ilk sigarasını içtin. Ahmetler bu kadar hayatımın içinde ne zaman yer etti. Dünyadaki acılar neden bir diken olup ellerime batıyor, ellerim çok acıyor. Doğumum şu binada oldu, benim gerçek doğumum. Peki doğduğum yerde olmak neden bana acı veriyor? Acaba şu ilaçları kullansam insanların yuzleri küfür mu ederim yoksa kufredecek kadar değersiz olduklarını mi görürüm, ben bana yeterim. Yeter! Kendime tüm yeterlerim. Kar yağıyor, saçlarına kar yağmış bir adamla tanıştım. Değişik adamlar. Kadınlar da değişik. Çantalarında ruh halleri ve dolaplarında yüzlerce çanta olacak kadar savurganlar. Söyleyeceklerim bitmedi, ve ben her konuştuğumda canımın acıdığını hissediyorum. Yerdeki kareleri sayarken aralarındaki çizgiler kayboluyor, kadınlar kalçalarında bebekler taşıyor.

1 Şubat 2016 Pazartesi

"avuç içlerinin eşitliğinden geliyoruz. Parmaklarımızın gölge olup duvarda oynaşması mandalina kabukları sürüyorsun elime, ben toprağa dokunup yeni ağaçlar filizlendiriyorum. ışıklarını kapatıyorlar tüm odaların sen bana şiirler okuyorsun. ben boynunda bir bulut oluyorum tüm gökyüzü sen kokuyor." Nasıl bir his olduğunu bilmiyorsun. küçükken anneme sarıldığımda tüm gücümle sıkardım kollarımı, bu bir sevgi gösterisiydi. Aynı zamanda bir korkunun dışa vurumu, onun kaçıp gitmesinden korkardım hep. Ve her fırsatımız olduğunda ona sımsıkı sarılırdım. Zamanla büyüdük, annemin hayatında artık küçük dünya ben değildim. Benden daha çok sevdiği insanlar olduğunu ve benim sadece bir donemin bahanesi olduğumu gördüm. Sana sarıldığımda küçüklüğümdeki gibi sarılmak istemiştim, kokudan olsa gerek. Gerçekten çok güzel kokuyorsun. Küçücük bir bedenin var, sana sarıldığımda kemiklerini ezecekmişim gibi hissetmeme neden olmuştu. Kemiklerine ellerimle dokunabiliyor, kaburga kemiklerinin arasından düşüyordum. Sana sarılmak, en içten sarılmalarıma katıldı. Seni izlemek çok güzeldi mesela. Vücudun çok sadeydi, kıskanılasıydı. Hayranlık duyduğum bir bedenin vardı. gecenin üçünde yemek hazırlayan biri vardı artık bana, yumurtaya karşı olan karşıtlığımı bilmeden. Benim hakkımda bildiklerin ve bildiğini sandıkların... Sana yalan söylemek istemedim. İnsanlara yalanlar söylerim. Yumurtanın kokusunu sevmem, soğan ve mandalinayı sayende sevdim. Normalde mandalina da sevmezdim, portakalcıydım ben. Hatta sırf portakal için kışın gelmesini beklerdim. Ne diyorum ben, konumuz meyvelere karşı olan duygularımdan biraz daha öte. Dünyada hayal ettiğimden daha çok kötülük varmış ve ben bunun daha fazlası olacağını da düşünüyorum, en az dünya nüfusu kadar. Çok kotu insanlarla yüzyüze geldiğime inandım, sanırım tanrı senin güzelliğini göremeyeceğimden korktuğu için boyle bir şey yaptı. Belki de ben dünya tamamen kötülükle dolu dediğim anda seninle tanıştım bir anda.

30 Ocak 2016 Cumartesi

canı yanıyordu, baş ağrısından şikayet ediyordu. Başındaki ağrının şiddeti göz kapaklarının düşüklüğünden anlaşılıyordu. başını oldukça bastırıyordu yastığa. Nedenini anlayabilmiş değildim ama sonradan başıma şiddetli bir ağrı girince fark edecektim baş ağrısını kısmi bir şekilde durdurmak için yapıyordu bunu. bardağa su doldurdum, baş ucundaki sehpaya koydum. Evden çıkmadan önce yaptığım bitki çayından bir kaç yudum almıştı. diğer bardakların içinde kalan kalıntılardan küflenmeye başlayanlar vardı. Hepsini tek seferde alıp mutfağa götürdüm. Çok kotu haldeydi, ben bu kadar kotu olmasına dayanamıyordum. Sevdiği yemekleri yapmayı düşündüm, onu mutlu edebilme ihtimaline bile ihtiyacım vardı ve rus salatasıyla tavuk yapmaya başlamadan önce bir kez daha kontrol etmek için yanına gittim. Uyuyakalmış. Şu son günlerde uyuması çok nadir oluyordu, uyusa da her seferinde çığlık atarak uyanıyordu. Ve daha sonrasında durdurulması mümkün olmayan bir ağlama geliyordu. Şu son hafta yaşadıklarımızdan sonra bu halde olması bana çok normal geliyordu. eve geldiğimde merdivenlerin bitiminde bulmuştum onu. Başı donup duştu zannetmiştim ilk gördüğümde. Hastanede doktor gerçeği söyleyince ne yapacağımı bilememiştim. jilet yerleştirip kendini merdivenden aşağı atmıştı. Bu kadar korkunç bir şeyi nasıl yapabilmişti. Bu müthiş korkuya nasıl dayanmıştı, düşündükçe gözlerim doluyor. Onun bu halde olması çok normaldi. Sevdiğine inandırıldığı adamın çocuğunu taşıyordu ve adam çocuğun varlığını duyunca onu terketti. Yanında olsaydı belki daha kolay atlatırdı bunları, daha mantıklı çözümler bulabilirdi. Jiletle duşuk yapmaya çalışmazdı en azından. Azıcık da olsa yemeği yemişti, vücuduna vitamin girmeliydi bu bahaneyle biraz yedirebilmiştim. Hava kararmaya başlamıştı, evin tüm ışıklarını yaktım. Sürekli çalışan televizyonun kumandasını ona verip istediğini açmasını sağladım. Bir sure beraber film izledikten sonra durdu. Biraz geri sardı. Sonra bunu bir kaç defa daha yaptı. Sırtını bana dönüp ağlamaya başladı. Televizyondan gelen ses sürekli aynı cümleyi söylüyordu. "Başımın içinde biri bağırarak konuşuyor, ve ben o konuşan kimse bulup boğmak istiyorum."

29 Ocak 2016 Cuma

ağlamaya başladı baba saydığım tanrı. ben Jeanne'nın acı çekişini hissediyordum. İşkence çekiyordu ben kendim kaybetmişken. Ruhumun ait olduğu her şey yıkılmaya başlamıştı. Jeanne ölmek üzereydi ve tanrının ölümü mümkün olsaydı o da intihar ederdi. ben olduğum her şeye ihanet ediyordum, ve bunu umursamadan yapıyordum. Ve bir de o vardı. soğukta beni bekleyen bir adam. Benim yüzümü görmek için bekleyen ve sonra bilmediği şehrin sokaklarında kaybolan. en güzel kayboluşuydu ve ben en büyük trajedime uyanmıştım.herkese ihanet ediyordum. Tanrı beni evlatlıktan reddetmek üzereydi, Jeanne'nin katili olacaktım. Ve bunları bana sunan bir gün yüzümü görmeyecekti.

28 Ocak 2016 Perşembe

benim yarışım, benim kararlarım. senin dinlenip mutlu olma lüksün var.
konuşurken ellerini çok kullanıyordu, parmakları arada bir kasılıyor ve ellerini sürekli birleştiriyordu. dudakları konuşurken titriyordu ve bu ritimli titreme heyecanlı duruşunu bütünlüyordu. yalan söylediğini hakim olduğu bir konu hakkında konuşmaya başladığında anladım. hayatım boyunca bir sürü yalanla karşılaştım. insan neden yalan söylerdi, ben neden yalan söylerdim. acaba ben yalan söylerken insanlar bunun doğru olmadığını anlıyor muydu? belki de yalan söylerken o kadar güzel oynayabiliyordum ki duygularımla artık gerçek bir şeyden bahsederken bile karşımdaki insan yalan olduğunu düşünebilirdi. alışmıştım. yalanla aşınmıştım. ben kendi yalanlarımı düşünürken o samimiyetsiz suratına bakıyorum. gerçekten itici bir suratı var. ben neden burada oturuyorum? neden bu konuşmaya katlanıyorum.

25 Ocak 2016 Pazartesi

kınayı karmaya başladım. küçükken annemden duymuştum "kına karmak". çay tabağının yetmeyeceğini biliyordum ama kına donar diye çay tabağı daha mantıklı gelmişti. meraklı gözlerle beni izliyordu, hırkasını çıkarırken. ona çok güzel bir ses tonuyla soyun demiştim. kaç defa olduğunu hatırlamıyorum ama o kadar çok sormuştu ki ne yapacaksın diye, benim cevap vermemekteki ısrarımı kavrayamamıştı. hırkasını camın yanındaki sandalyeye astı,onu izlemiyordum ama izlememi istediği seziliyordu. tekrar ne yapacağımı sordu, cevap vermek için başımı kaldırdığımda pijama olarak giydiği tişörtünü çıkardı. ne kadar da kurnaz bir adamdı ve bunu sıfatına yakışır bir şekilde yapıyordu. duraksamamaya çalışarak ondan rica ettiğim şeyleri yapmasını istedim. tişörtü de sandalyeye kibarca fırlattıktan sonra sandalyeye oturdu. neden oturuyorsun der gibi baktım. Onunlayken kelimeleri kullanmak saçmaydı, kelimeler kendi gereksizliklerini biliyormuş gibi kendilerini göstermiyorlardı. bizim anlaşmamız için sade bir sessizlik yeterliydi. ayağa kalktı ve yanıma gelip oturdu. "bana sorman gereken bir şey yok mu?" ne mükemmel bir soruydu, ne yapmak istediğimi anlamış ve onun bedeni için ondan izin istememi bekliyordu. "pantolonunu da çıkar bence" bunu dedikten sonra yüzündeki ifadeyi aklımdan çıkaramıyorum. bu cesaretim onu çok şaşırtmıştı, ve tabi hoşuna da gitmişti. "pantolonunu çıkardıktan sonra yatağa uzan" ve eklemiştim "yüz üstü". ne olacağını merak ediyordu. ve bu merak onu dediklerimi yapmaya itiyordu. kınayı kararken küllükte yolunu bulmuş sigaramı söndürdüm, çay tabağı ve kalemimi alıp yanına gittim. ellerini iki yana açmasını söyledim. küçükken anneme masaj yaparken vücuduyla elleri arasında bacaklarımın sığabileceği kadar bir mesafe olurdu, o mesafeyi sağladı. elimdeki çay tabağını yüzünü çevirdiği lambanın yanına koydum. sırtı çok güzel gözüküyordu. soğuk karışımımı sırtına değdirdiğimde irkildi. bir anda doğruldu "istemiyorum". ne demek istemiyorum! nasıl bu kadar güzel bir şeyi istemez. en güzel tuvalim seçmiştim onu. hiç bir beyaz bez bu hissi bana vermeyecekti hiç bir insan buna layık olamamıştı. onun teninin güzelliğiyle benim parmaklarımdan akanlar kıskanılacak bir sanat eseri oluşturacaktı. bunu nasıl istemezdi. hem bu güzel diye tabir ettikleri o iğrenç sevişmelerden daha hisli bir şeydi. sarılmaktan biraz daha öte.

23 Ocak 2016 Cumartesi

bu ne güzel bir resim, sen ne güzel bir ressamsın. dudaklarımda yaralar çıkıyor başka adamlar değdikçe, delilik kalemimden akıyor tenine, ve içinde dağılıyor, şeffaf teninden görünerek. parmak uçlarımla yön veriyorum deliliğine, benim parmak uçlarımdan akıyor hayat. damlıyor çocuklarımız odanın nemli tavanından, odan ölümler dolu rutubet kokuyor. sağındaki ışığın etrafında dönüp duruyor sivrisinekler, bizim dansımıza özeniyorlar. her şeye rağmen dans edebilme cesaretimizi kıskanıyorlar. bana kalsa boyarım gökyüzünü, bana kalsa her yeri boyarım. ama gözlerindeki gökkuşağını çıkarsak göreceksin yatağındaki küçük mezar taşlarını. kendine kızacaksın, acıyacaksın ayak izinden bebek mezarlarına. toprağa bulaşan çıplak ayaklarını öpmekten bıkmayacak çocukların. tanrının sana verdiği güzelliğe renk katmak için var edilmiş sanki, tanrı ilk önce senin heykelini yapmış bulabildiği en güzel çiçek kokularından, rengini seçememiş ve bana ruhundan bir parça bırakmış sana rengini katmam için. sen ne güzel bir renk, ne güzel bir şarkı olacaksın. ayaklarımı dayadığım balkon demirleriyken ses tellerin notalarını yazdım ve maskelerini çıkarıp şarkı söylemeye başladılar boğazına yerleşmiş köylü farelerim. tüm masalları değiştirdim, prensesler savaşıyor artık, cadılar deterjan yapmaya başladı, prensler hayalperest. yeni yazdığım masallarımı anlatacağım sana, huzurlu uyumak istediğin gecelerde. sen ne güzel bir ruh, sevdiğim karalamamsın.
bir şey söylemek istemedim aslında, bir sıfata sığdırmak ya da uzun cümlelerle insanların kıskanacağı bir hikaye anlatmak.hiç birini istemedim. öylesine yazdım bunları, yazmam gerekli mi ki diye düşünerek yazdım. bu kadar anlaşılır olmak canımı acıttı okuduğumda. çok açıktı hepsi, çok basit, çok sade. Öyle güzel bir hissi bu kadar basit anlatmak... hakkını veremedim hiç bir şeyin kalemimi hediye niyetine bıraktım zaten bir ağaç kovuğuna. bir sıfat vermek zorunda mıyız yaşadıklarımıza? peki ya kendimize? ben insan olmak için çabalıyorum. daha büyük sıfatların hiç birini kabul etmiyorum. ve üzülüyorum, büyük bir üzüntü. kelimelerle anlatmaya çalıştığım için üzülüyorum. bana kalan şeyleri insanlara sunmak, insanların o gereksizlikleriyle okuyacak olması, boyle iğrenç insanlara güzel hisleri anlatmaya kalkıştığım için üzülüyorum.

21 Ocak 2016 Perşembe

kendimle başbaşa kalmaktan kaçıyorum, sürekli yapılması çok önemliymiş gibi gösterdiğim işler çıkarıyorum kendime. düşünmeye fırsat vermemek. güzel bir çaba içine girmişim. uyduruk çabalar. ve kendime yeni trajediler üretiyorum. acı, yaşadığını hissettirir insana. otobüste bülent serttaş çalıyor. bence hep birlikte kalkıp şarkıya eşlik etmeliyiz. otobüsteki tüm insanlar aşırı mutsuz ifadeler benimsemişler, gerçi hepsinin yüzüne bakmadım. aslında hiç birinin yüzüne bakmadım ama mutsuz olduklarını görebilmek pek de zor değil. memnuniyetsizlik. düşünüyor musun yanımda oturan güvenlikçi amca işine şukretmen gerektiğini, ya da sen arkamda oturan delikanlı sen gözlerinin kıymetini biliyor musun? Tabi ben bunları soramadım, sormayı çok isterdim. Bazen istediğimiz şeyleri yapamayız, yapmamamız gerekir. gitmek isteriz, işimiz ve bağlı olduğumuz bir ailemiz vardır. kimseye bağlı olmamak iyi bir şey mi? büyük bir yalnızlık. midem bulanıyor, evime gidiyorum. evim olarak benimsediğim yere. tüm evler yıkılır ve tüm anneler bir gün ölür. seni ölüm anne kılıyor.
eşit kollu teraziyi tahterevalli yaptığım gecenin sabahı, kahverengi takım elbisesini giyinmiş kır saçlı adam çocuk parkında, yıllar önce öldüğünü düşündüğü çocuğunun mutluluğunu izliyor. mutluluğun kaçıncı tonundayız, hangi makamdan söylüyorlar ölü çocuklar şarkılarını, ve biz kaçıncı çocuğumuzu öldürdük sabaha karşı. sabahın beşinde doğdu çocuk gri şehirde, ne güzel bir rengi var bu şehrin. pencereden öte griyi koyu maviyle selamlıyoruz. keşfettiklerim sanki sadece benim değil, önceden hissedilmiş. güzel kadınlar ve adamlar. güzel adamlar. kaç güzel adam kaldı ki, güzel sesli bir kadının şarkılarında kalan. topalladım bir süre, kıvırcık sarı saçlı bir kadın olup yolun karşısına geçtim, iyi yürekli diye kendini tanımlayan insanlar bana öncelik verdi. iyi yürekli, acıyarak bakan.. kendime güzel trajediler doğuruyorum, çocuklarımı öldürüp çocuk gibi adamları seviyorum. uyurken kirpiklerini tek tek boyuyorum, avuç içlerine şehrin griliğini yok edeceğine inandığım mandalina fidanları ekiyorum. beyaz duvarlara kovalarca boya döküyorum, sonra tenimdeki boyaları tırnaklarımla kazıyorum. tenimin rengine özlem duyuyorum. hangi boyaları karıştırırsam karıştırayım beceremiyorum o rengi bulamıyorum. kollarımı açıp beni ezecek arabalara kucak açıyorum, açıyoruz. soğuk ölümün güzelliğine ikna ediyorum adamları. bira şişelerinden bir kabile oluşturuyoruz, zenci kadınların kıvrımlarının olduğunu düşünüp tüm şişeleri karşıdaki çatıya atıyoruz. martıların ayaklarına ölü zenci kadınlar batıyor, pencere önünde sigara içip onları izliyoruz, kahkaha atmakla ağlamak arasında bir yerdeyiz. sarhoş olmanın ne denli bir şey olduğuna dair sohbet ediyoruz, ben gereksizliğini savunuyorum. insan yapmak istediği şeyleri yapabilmek için yeterli cesarete sahiptir ne gerek var bir bahanenin altına sığınmaya diyorum. çocuk olmak için mey mi gerek illa? aldığı bira şişelerinden birini alıyor eline, bahanesinin eksikliğini hissetmiş olacak ki atıyor karşı çatıya. kuşlar her yere kan damlatarak uçuşuyor korkudan. üşüyoruz. pencereleri kapatıp karşısındaki kanepe de oturuyoruz. ilk girdiğimde sarı ışığı rahatsız eden odayı inceliyorum. odanın denizi ve gökyüzü birbirine çok uzak, gerçekte de bu kadar uzak mı gökyüzüyle deniz? denizin üzerinde uyuduk bir süre, suyun üzerinde gecenin bir vakti, soğuk da aslında çok hissettirmedi kendini o sırada. yıldızlı gökyüzüne bakarken geldi güzel soğuk. Kumu battaniye yaptık kendimize. dolabında ayak izimi bıraktım, kalıcılığı tartışılır ama ayak bastığım yerde yeni dalları filizlendi öldürülen ağaç parçasının. o görmedi. bakmıyordu. saçlarımı topladığım kalemle ses tellerine notalar çizmek istiyordum. o kalemime karşı bir kılıç hazırlıyordu. ne gerek vardı savaşmaya? hem kendimizi koruyacak bir kalkanımız da yoktu, yastığı keserdi kılıç, kağıdı delerdi kalem. bu bir savaş mıydı bilmem, ama güzel yenilgiler attık sepetlerimize. benim gözümdeki yenilgiler onun kirpiklerinde gökkuşağıydı. her kadın gibi olumsuzlukları görmekten alamadım kendimi, kaçacak bir evim yoktu. kaçtığım bir ev oldu, belimdeki kuşağımı çıkarıp yüzümdeki savaş boyalarıma dokundu. sonunda ölmedik ya, ne o beni kılıcıyla yaraladı ne de ben onun yüzüne bir şeyler karaladım. biraz yüzdük biraz uyuduk, kuşların ayaklarını kestik, bugünün çocuk katili biz olduk. ölmedik. birbirimizin çocuğu olup, birbirimizin çocukluğunu sevdik. sarılmak dünyanın en kıymetli şeyiydi. sarılmak beraber gömülmek gibiydi.

19 Ocak 2016 Salı

bir adam beni öldürmek istiyor, Sigaramı söndürmek her yazımda yaktığım. döndürmek ilerdeki dönüşten, büyük harfleri üzerime yıkmak istiyor, Sağımdan solumdan yeni yeni çocuklar filizleniyor. tenime güzel gülümseyen kirli çocuk tohumları ekiliyor. tenim toprak annesinin yerini almış olmaktan huzurlu. pembe yastıkta parlıyor kimine göre uzun tırnaklarım. tırnaklarımın arasındaki siyah kahverengi kirlerden koyu bir çizgi var, yaşasın tırnaklarımın içine asfalt döşemişler artık parmaklarım her tenin uğrak yeri olcak. bir adam parmaklarımın uçlarına mandalina ağacı dikmeye çalışıyor,portakal fidanları son oksijenlerini üretiyorlar bana sunmak için. sanki her şey dile gelmiş konuşuyor. ben aynaya bakmak istemiyorum. bir adam ses tellerimi öpüyor, sesim kısılmıyor ben kendime kızıp boynumu kesiyorum.

15 Ocak 2016 Cuma

güzel bir dostumun sesiyle uyandım diyebilirim bugün, mutlu sabahlara uyanmak gerçekten güzel ve ardından güzel saatleri de getiriyor. bugün dostumun sayesinde biraz daha gözleri açık gezdim. hayal dünyamda - tapmak üzere olduğum hayal gücümle- yeni seyahatlere çıktım. telefonu kapattığımda, telefonda konuşurken yaktığım sigaramı yarılamıştım ve diğer yarısını da karşımda duran dantel perdeyi inceleyerek içtim. kambur duruyordum sandalyede, evde kimse yoktu. büyük bir şey başarmıştım güya ve eve gelip olan bitenin üzerine ilk sigaramı yakmıştım. o sigaranın ikinci yarısını içerken hayatının büyük yüzleşmesini yaşamış biriydim. yıllardır beklediğim, sinirimi biriktirdiğim yüzleşmeyi gerçekleştirmiş, o kutu kadar görüş odasında karşımdaki adama hesap sordum, ve hesap sormanın aslında bu öfkeyi dindirmediğini ya da bu hissi durdurmadığını görüş odasında fark etmiştim. sigaramı içerken, hayatımın en büyük başarısının sevinciyle en büyük boşluğunda buldum kendimi. babamı öldüren annemle yüzleşmiştim. sigaram bittiğinde yüzümdeki hafif gülümsemeyle banyoya gittim, giderken koridorda soyunmaya başladım. istemsiz gülümsemem büyüyordu. suyu açtım. banyo oldukça soğuktu. küvetin içine girdim. duş başlığını mikrofon yapıp şarkı söyleyebilirdim o sırada, ve bu o an için eğlenceli de olurdu. bir an duraksadım, eğik olan duruşumu düzelttim. insanlar neden dik duruyorlar diye düşündüm. güçlü oldukları için dik bir duruşları vardır, hayır, dik durarak güçlü gözükmeye çalışırlar belki de bundan güç alıyorlardır cidden. benim güçlü durmam lazım, iki kişiyi öldürdüm bir seri katil duruşunu kaybederse teslim olmuş demektir duruşunu düzelt! bir seri katil olsaydım şampuan kutusunun kapağı kapalıyken çalkalamayı unutmazdım, en küçük ayrıntıya dikkat etmelidirler çünkü. saatlerce duşta kalmazdım, on ya da on beş dakikada bitirirdim bir seri katilim ve benim için hız çok önemli. ve önlenebilir telaş artık hayatıma yer etmiş. bir seri katil olup uyandıktan hemen sonraki duşumu aldım. duştan çıkıp temiz kıyafetlerimi aldım dolaptan ve salona geçtim. neden salona geçtim ben? salon daha sıcak, neden salon daha sıcaktı çünkü biz diğer odalarımızı ısıtamayacak kadar fakirdik biz. fakir bir ailenin küçük kardeşleriyle ilgilenmek zorunda olan ablasıydım ben. değildim ama oluverdim işte. hızlı hızlı giyinmeye başladım acaba az önceki seri katil yapışmış mıydı bana? belki de kardeşlerim gelecekti okuldan ondan hızlı olmalıydım. yok öyle değildi. daha başka bir şeydi. kendimi kapatmak istiyordum, tenimi görmeye dayanamıyordum oysaki on dört yaşındaydım. baldırımdaki morarmaları istemeyerek de gördüm ve oturup ağlamaya başladım. fakat ağlamaya vakit yoktu her an eve gelebilirdi ve benim tenimi asla görmemeliydi. evde kimse yokken üstüme gelirdi, tekrar aynı şeyleri yaşamak istemiyordum sürekli bu durumu yaşamamak için kaçtığımı fark ettim. kaçınılmaz bir şeyden kaçıyordum. ve bu on dört yaşındaki kızın beş dakikasını yaşamaya katlanamadım. uyandığım gibi telefonla konuşup duş almıştım ve kahvaltı vakti gelmişti, kendime tost yapmaya karar verdim. küçük bir dükkandaydım. şu son bir iki gündür pek müşteri gelmiyordu bizim dükkana. işler kesattı anlayacağınız. iki kişi geldi, "iki çay bir tost dayı! çaylar tostla gelsin." dayı olmuştuk sabah sabah, iyi dedim ocağı yaktım tost makinesini koydum ocağa. ekmekler zaten hazır dilimlenmiş geliyor koy arasına peyniri, ne pratik şey. hemen hazırlayıp götürdüm, içeri gelip televizyondan haber kanalını izlemeye başladım. çocuklar çayları bitince abi biz kalkıyoruz diye geldiler. "hesap ne kadar tuttu abi?", "beş buçuk lira kardeşim". biri arka cebinden cüzdanını çıkarmaya çalışırken diğeri televizyona bakıp "ülkeyi ne hale çevirdiler şerefsizler"dedi. bir an beynime giden kanı hissettim. "ne hale çevirmiş şerefsizler?" deyiverdim. ülkeyi kimin bu hale getirdiği az çok belliydi, hepimiz el birliğiyle yaşadığımız toprağa şükretmeyi bir kenara bırakıp kendimizi bir şey sanıp ona buna çamur atmaya başlamıştık. "abi niye köklerini kazımıyorlar peki, niye indirmiyorlar hepsini aşağı?" dedi, "indirilmesi önemli tabi de, çıkaran çok mu masum" tarzında eğitici cümleler kurdum, o an bu cümleleri bu kadar rahat söylemiyordum tabi, sinirliydim, hem çocuğum yaşımdaki oğlan çocuğu bana bağırıyordu ve benim dükkanımda. bir anda "ben böyle bir yere hesap falan ödemem" demeye başlamasın mı? sanki ben onun beş lirasıyla hayatımı kurtaracağım. sinirden deliye döndüğüm an işte o andı. dükkanın kapısından bağırmaya devam ediyordum, tartışmasını bile beceremiyorduk. tost yapan abi ruhumu kaybettiğim an ise saate baktığım andı. saat geçiyordu ve ben arkadaşlarımla buluşacaktım. hemen hazırlanmaya başladım. dolabımı açtım, tüm elbiselerim oradaydı onlara tek tek dokundum. bu sefer uç bir yerdeydim hissediyordum. içimde bir kıpırtı ve korku vardı. hayat kadını mıydı? hayat kadını olsaydı bu heyecan niye? dolabın kapağındaki aynaya baktım, saçlarım normalden çok daha kısa, yüzüm tahriş olmuş. ellerime baktım boğumlarda normalde bu kadar kıl yok ki. ve o an heyecanım daha artmıştı. peki kimin odasındaydım, gözlerimdeki parıltı buranın benim odam olmadığını gösteriyordu. biri bana bu hissi yaşamam için fırsat tanımıştı. ona minnet duyuyordum. kıyafetlere bir kere daha dokundum, bu sefer daha dikkatli, üzerlerindeki parfüm kokusu elime sinecek şekilde. ışıl ışıllardı. koyu mor olan vardı, askıları ve göğüs kısmı pul işlemeli. çok güzel gözüküyordu. onu alıp üzerime tuttum, bana yakışacak mı merak ediyordum. sonra siyah ve krem rengi olanlarını da denedim. o kadar büyük bir histi ki yaşadığım sol göğsüme sırtımdan bir soğuk kılıç saplıyorlardı sanki. dolabını kapağını kapattığımda yan tarafta makyaj masası olduğunu gördüm. iki taraftan ışığı vardı, üç tane peruk asılıydı, masanın üzerinde renk renk ojeler ve kapağı açılmış rujlar vardı. benim için özel olarak açmıştı, çok mutlu oldum, duygulandım. kıyafetlerin verdiği mutluluk ve güvenle bir ruju elime aldım, koyu tonlardaydı, koyu kahverengi. dudaklarımın bu kadar güzel gözüktüğünü hatırlamıyordum. bir kadın dudağıydı adeta. keşke tıraş olmaktan cildim bu kadar tahriş olmasaydı diye düşündüm. bir kadın olmak bana cidden çok yakışıyordu. fakat makyajımı bitip gitmem gerektiğini hatırladığım için hızlıca hazırlandım. iki üç saatim bunları yaşamak ve hissetmekle geçti. belki hızlı bir geçiş diye düşünebilirsiniz, ama insan hissettikçe var oluyor. hissedin azizim, düşündüğünüz kadar korkutucu bir şey değil. gününüzü güzel eden dostlarınız olsun, teşekkürler.

12 Ocak 2016 Salı

birbirinden bağımsız ve tamamen birilerinin hayal gücünden çıkma saçma simgeleri peşpeşe getirip garip sesler çıkarıyoruz. Karnımdan çıkan sesi taklit ediyorum. Parmağım ben kokuyor. Bir an yazılarımdan anlam çıkarmaya çalışan insanlar geliyor aklıma. Belirli dönemler olmuştu, bu dönemlerde değişmeyen tek şey hayatımdaki insanların o sıralar yaşadığımız olaylar hakkında benim düşüncemin en saf halini bilmek istemeleriydi. Onlar bilmek, okumak, beni anlayıp bana göre siper hazırlamak istiyorlardı. Büyük bir savaşın içinde olduğumuz daimi. Bana bile bir savaşın içinde olduğumuzu kabullendirmişlerdi ve ben her savaş sonrası kazandım ya da kaybettim demektense 'yaşasın, bitti' diyebildim. ki bu cümle 'hala vicdanını kaybetmedin kızım' deme şekliydi tanrının. Ne diyordum ben, ha herkesin kendisi gibi gördüğünü söylüyordum insanları. Dışardaki tüm erkekler sapık mesela, bugün otobüste taciz eden yarın öbür gün bir kızın babası. Yine hızlı düşünme dediği şey oldu, yine gözümün önünde bilmiş tavrıyla konuşan bir adam belirdi. Güzel yaşayacaksın kızım diyerek beni öldürmek isteyen turuncu tenli kısa bir adam. Aslında şuan samuray jack yerine başka bir şey olsaydı ne bu yazıyı yazar ne de bu turuncu yapraklı dallarla örtülmüş çukur adamı düşünürdüm. Samuray jack tamam sevilebilir,tarzı farklıdır, kendine güzeldir ama ben onu izlerken kötü bir his doğuyor içime. Samuray jack bitene kadar yazacağım size. Açıkça söylemek gerekirse, insan tek başına olduğu hissinden uzaklaşmamalı. İki ayak üstünde durabiliyorken birine sarılmak için debelenmemeli insan. İstediğim şeyin tadını alınca anladım yalnız kalmak olduğunu. Evden dışarı çıkmıyorum bu aralar, ev çizgi film çikolata ben. Yazının başında bahsettiğim karnındaki seslerim var bir de. Sanırım ben doğarken yitirdiğim çocuklarımdan ölenler var yine. Düzenli olarak katil olmak bu seslere katlanma zorunluluğu getiriyor. Kendi sesimle uyanacak kadar yalnız olmayı sevdim.

4 Ocak 2016 Pazartesi

"anlatmam gereken çok şey var." pişmanlıklarından sıyrılıp gelmişti kadın. uzun süredir her gece kabus gördüğünden, oldukça uykusuz gözüküyordu. sanki aylardır sadece koşuyor hiç derin nefes almasına izin verilmiyordu. vücudunu hissedebilmek için yemek yemiş her gün, her gece. yatağında yemek yediği için kabuslar gördü geceleri belki de, bilinç altında canavarlar ölmüştü çoktan. geceleri üzerine yattığı yiyecek kırıntılarıyla onları beslediğini bilmiyordu bile. biri ona yatağında yemek yeme dememişti ki, kimse uyarmamıştı. insanların yemek masaları vardı, kimse başka bir insanın nerede yemek yediğini umursamazdı. istersen bir kuş yuvasından ekmek kırıntısı çal onu ye, istersen çocuğuna yemeğin olmadığını söyleyemeyip bir an önce onu uyutmaya çalış. kimse dönüp sana bakmazdı, hepsinin kendi masası vardı. sıcak koltukları vardı. koltuğu olan zaten rahat yaşardı. kadın anlatması gereken "çok şey"i sadece düşündüğünü fark etti ve gerçekten ne kadar çok olduklarını. bir cümlenin sonu gelmeden ikinci paragrafa geçiyordu. can acıtan bir durumdu. ben o kadın kadar hızlı düşünemiyordum ya da düşüncelerimi bu kadar açık bir şekilde dışarı vuramıyordum hem de bu hızda. çok akıcı gidiyordu, ve kadının kendi kendine olduğunu bildiğiniz konuşması bittiğinde yüksek bir dağın tepesine gelmişsiniz de artık atlamanız gerekiyormuş gibi hissediyorsunuz. duygudan duyguya hızlı sokuyor bu sırada verdiğiniz tepkileri de kontrol edip size göre kendini durdurmayı beceriyordu. insanların yanında konuşmuyordu pek, insanların yanında konuşmak acı verici bir şeydi. kendi kendine konuşuyor, duvarlara yazılar yazıyordu. duvarlarında yazılar vardı, siyah duvarlarda tebeşirlerle yazılmış hiç bir dile benzetemediğim yazılar. perdeleri üzerinde büyük delikler olan bir danteldi sadece. insanların onu görmesini engellemek için vardı perdesi yoksa takmazdı perde falan, dışarıyı seviyordu, doğayı, bir avuç kalmış bahçesini. konuşmaya başlamasını bekliyordum, odanın içinde dolanıp durdu. dikkatli dudaklarını oynattığını fark ettim. o konuşuyordu aslında, ben duymuyordum.

3 Ocak 2016 Pazar

dört kişiydik, biri annem yaşlarında bir kadındı yalnız saçlarının uçları anneminkilere göre daha açık renkti. ve üzerinde kırmızı bordo tonlarında bir can yeleği vardı annem kırmızı rengini hiç sevmezdi. benim annem olmasa bile o sırada annem olarak gördüğüm biriydi sanırım. sürekli yanımdaydı ve yaşça benden büyüktü. korumacı bir tavrı vardı. yüzünün ince ve uzun olduğunu hatırlıyorum, yüz detayları hakkında bir resim yok aklımda, saçlarını toplamıştı.sürekli yanımdaydı. neden burada olduğumuzu anlamaya çalışıyordum. insanlar olabildiğine ciddi ve korumacıydı ya birileri tarafından önemli bir şey için gönderilmiştik ya da birilerinden kaçıyorduk. herkesin bir görevi vardı, biri dışarıyı gözlüyordu uzun boylu iri bir adamdı. saçları kazınmıştı, fark ettirmemeye çalışsa da telaşlıydı, elindeki telsize benzer şeyle oynamasından anlamıştım. elinden geldiğince soğukkanlı gözükmeye çalışıyor, yanlış bir karar almak istemiyordu. kadın benim sol tarafımdaydı hep, bekliyordu. sanki onun görevi buydu. ben hastaymışım gibi başımda bekliyor, bir yandan da diğerlerinin gerginliğini azaltmaya çalışıyordu. anneme benzetmem bu yüzdendi sanırım, annecilik oynamayı beceriyordu. ben nerede olduğumu anlamaya çalışırken uzun boylu diye bahsettiğim iri kıyım sağ taraftaki kapıya yöneldi. florasanla aydınlatılmış demir bir odanın içindeydik, her şey beyaza boyanmış ama zamanla kirlendiği için gri gözüküyordu. soğuk bir yerdi. kapı açılınca kafamı sağa çevirdim. denizin ortasındaydık. bu çok garipti. hafızamı kaybetmiş gibiydim. elimi tutan kadının elinden elimi yavaşça çekip kapıya doğru gittim. denizin ortasındaydık, derinliği anlayamadım. sol taraftaki kapının ardında olduğunu bildiğim -iri adamın sürekli yanına gitmesinden ve konuşmalarından biliyorum- dördüncü kişiye doğru nerede olduğumuzu sordum. yanımdaki büyük ihtimalle o anki gerginliğinden bilmiş ses tonuyla denizin ortasındayız dedi. bir an sinirlensem de havadaki ciddiyetle kendime geliyorum. sağ taraftaki kapının arkasındaki adamın yanına gidiyorum. uzun saçlı bir adam, diğerine göre biraz daha küçük duruyor ve bembeyaz teni var, sanki vücudundaki tüm kan çekilmiş gibi. önünde üç tane ekran var biri karıncalanmış çalışmıyor. iki tane yön belirleyen klavye vardı. koordinatlarımızı bulmaya çalışıyor diye düşünmüştüm ama sonradan ekranda bir harita belirdi, kaçış haritamız olduğunu anladım. işinde profesyonel biri olduğu belliydi, her şeyi öyle hızlı yapıyordu ki. adamın yanından çıktım denize bakan kapıya yöneldim. anneci tavrıyla kadın da peşimden geldi. bir an ne olduğunu anlamadım, ikisi de telaşlanmıştı nefes alışverişleri hızlanmıştı. kadın bir şeyleri halledebilecekmiş gibi içerdeki adamı çağırmaya gitmişti. neden bağırmadı? ben olsaydım seslenirdim, bağırmaması gereken bir şey mi olmuştu? denize daha dikkatli baktım. denizin üzerinde yuvarlak siyahlıklar oluştu, yanımdaki adam sonuna kadar açık kapıya uzandı. kötü bir şeyler oluyordu. siyahlıklar daha da belirginleşiyordu, hava kapalıydı. denizin üzerinde, yaşadığım şehirde gördüğüm yüzen pislikler gibi bir şeyler vardı. yanımda kapıyı tutan koşarak arka tarafa gitti. ne kadar çok olduklarını gördüm. yavaşça yukarı doğru çıkıyorlardı. insanlar, yüzlerce insan vardı denizin içinde. ve sanki uykularından uyanıyor mezarlarından çıkıyorlardı. omuzları da gün yüzüne çıktı, yavaş tüm gövdeleri görmeye başlamıştım. gövdeleri dışardaydı, sanki yüzmüyor denizde yürüyorlardı, hem de öyle derin bir denizde. iri adam yanıma geldi kapıyı kapatmaya çalıştı. tüm yüzlerde gülümseme gördüm. kızıl saçlı bir kadın yanaştı ilk önce. geminin altından geçerken gördüm onu. yüzyüze gelebileceğimiz bir yere geçtim. iğrenç bir gülümseme vardı yüzünde çıplak vücudunu suyun içine sokup renkli gözleriyle bana baktı. çok korkmuştum, sinirlenmiştim. bir hışımla kapının önüne gittim. sesler geliyordu. içerdeki koridordan odaya geldiler, iki tanesi geldi ilk önce. ikisi de erkekti ve beraber yola çıktığımız erkekleri bağlamaya başladılar. ellerinde büyük ipler vardı. ben korkmuyordum ama yanımdaki kadın bana sarılıyor beni korumaya çalışıyordu. yüzlerinde çok kötü gülümsemeler vardı.