30 Aralık 2015 Çarşamba

tarot kartlarından kılıç sekizlisi. karta baktım, bahçede otururken. yolun karşı tarafından çocuklu bir anne geçiyordu yanında üç çocuğuyla. hava oldukça soğuktu bugün. küçük istanbul adı verilen bu kente bu sabahtan itibaren kar yağmaya başladı. bende kahvaltıda sırtımı dönüp izlemediğim dolu yağışından sonra vicdan azabı çekip kahvaltımı yaptıktan sonra bahçeye çıktım. ıslanmayacağım bir şekilde ayakta durup sigaramı yaktım. ne diyordum, üç çocuklu anneyi izleyişimi anlatıyordum. demir parmaklıkları var bizim yurdun, güzel mavi bir brandayla çevrilmiş siyah kılıç görünümlü parmaklıklar. çocuklardan biri kızdı pembe montundan anladığım kadarıyla, diğer ikisi de erkek. ağaç dallarında birikmeye başlamış karlardan alıp birbirlerine atmaya çalışıyorlardı anneleri onlara hızlı yürümeleri gerektiğini söylerken. anneleri çocuklarının üşümelerini istemiyordu belli ki, eğlenmeleri mutlu etmeliydi kadını. kadın hiç mutlu değildi ve kaşları çatık iğrenç yüz ifadesiyle çocuklarına bağırıyordu. bunu yolun karşı tarafından görebiliyordum. bu güzel çocuklu aile yavaş yavaş ilerlerken bir şey dikkatimi çekti. bir kaç adım öne geldim ve artık öyle bir açıdan bakıyordum ki her ağaç, her ağaç iki demir parmaklığın arasındaki boşlukta duruyordu. çocuklar bir ağacın etrafında dönüp ondan alabilecekleri karı aldıktan sonra diğer ağaca koşuyorlardı. ve bunu hızlı yapmak zorundalardı, annelerine yetişebilmek için. çok güzel bir görüntüydü, çocuklar ağaçların etrafında dans ediyordu. hayatın en güzel rengini ellerinin arasında tutuyordu çocuklar ve çocukların ellerinde anlam buluyordu en güzel öldürücü beyaz. mikail gökyüzünden gülümsüyordu, fark ettim. benim sigaram biterken çocuklar annelerinin zoruyla, kar yağışının görmemi engelleyebileceği kadar uzaklaşmışlardı. gülümseyerek içmiştim günün ilk sigarasını. parmaklıkların önündeki bidon saksıların birine attım izmariti. karın sigara içinde sönme sesi çok hoşuma gitti. yeni bir tanesini yaktım. çakmağı cebime koyduktan sonra biraz önce çocukların geçtiği yola, yolda bıraktıkları ayak izlerine, kar topladıkları ağaçlara baktım. ilk sigaramdaki mutluluk biraz daha azalmıştı. her nefeste daha da azaldığını fark ettim. sanırım mutluluk böyle bir şeydi, anlık ve umursanmayan. mutluluğa getirdiğim bu sıfatlardan hoşlanmayarak daha da büyük bir hüzne kapıldım. bu sefer beyaz, soğuk tadıyla sarmıştı etrafımı. anlık üşüdüm. yüzümde mutluluktan eser kalmamıştı ve içimde dolaşan sigaranın zehrini hissedebilecek kadar küçülmüş, kaybolmuştum. büyük bir düşüş, soğuk rüzgarın ağır tokadını hissederken ağaçlara bakmak istemedim, parmaklıklara odaklandım. siyah parmaklıklar, bu beyaz tablonun en keskin rengiydi. parmaklıkları saydım. her şeyi sayma takıntım vardır, hastaneye kaldırılmalarımdan bana kalan güzel bir alışkanlık. bilincimin yerinde olup olmadığını hastane lambalarını sayarak anlamaya çalışırdım, ki bu alışkanlığım devam etmekte. parmaklıkları saydığımda gördüğüm tabloda sekiz tane parmaklık vardı. bir anda kılıç sekizlisi gözümün önüne geldi. sevdiğim bir dostum sayesinde tarotla ilgileniyordum, ve şuan kılıç sekizlisindeki gözleri bağlı kadındım. gerçekten güzel bir tablodaydım, tarot kartlarında. kartın anlamına gelirsek, istediğin şeyleri kendi içinde bastırmak demek. güzel görüntü, güzel anlam. bir nefes daha çektim yarılanan marlborodan. yılbaşında kar yağsa da pencerenin önüne oturup izlesem dediğimi mikail duymuş, sesimi birilerinin duyuyor olmasına sevindim. izmariti aynı saksının içine bıraktım.

29 Aralık 2015 Salı

bırakıp gidemezsin, kapıyı kapatıp çıkıp gidemezsin. bu kadar güzel uyuyan bir adamın sakallarını sevmek varken, gece lambasını da kapatıp uyuyamazsın. bıyıklarını seversin, sakallarını seversin, gözlerinin altındaki boşluğu seversin ama uyuyamazsın. uyanır gibi olduğunda ya hiç bir şey yokmuş gibi gözlerini kapatıp uyuyormuş gibi yaparsın ya da sımsıkı sarılıp "dünyanın en güzel yeri"nde olduğunu ona hatırlatırsın. yalan veya gerçek, belki de bir hayal. ama güzel. gereğinden fazla güzel. baksana bana, ben hiç güzel değilim. sen çok güzelsin. sen niye bu kadar güzelsin sevgilim? yanında o kadar kötü kalıyorum ki, senin gitmeni göze almadım, alamıyorum. sana güzelden daha güzel bir sıfat bulamıyorum, gönlü güzelim. iyi uykular yoldaşım, yolum, bir olanım.
bugün bedri abiyle tanıştım. onunla daha önce defalarca konuşmak istedim. fırsat bulamadık. ütü masasıyla kalorifer peteğinin arasına oturup şarjdaki telefonumla uğraşıyordum. teleffonu şarj edecek başka yer bulamadım koskoca yurtta ve tabi altı kişilik odaya iki priz yapıp balkona üç priz koyan zihniyete sövdüm. bedri abinin bir şiirine rastladım. defalarca okudum. ezberleyene kadar okumuşum. sigara paketini alıp balkona çıktım sandalyeyi beş litrelik su şişesinden yapılan devasa küllüğümüzün yanına çektim. arkama yaslanacak şekilde oturdum karadutum, çatalkaram... sigaramı yaktım, çingenem. yıllar önce bedri abi hakkında izlediğim bir oyun geldi gözümün önüne tek kişilik etkileyici bir oyundu. sandalyenin ucuna gelmişim bir anda, nar tanem. ayaklarım parmaklıkların olduğu beton basamakta, nur tanem, sol yumruğumu sağ elimin içine almışım, bir tanem. şiiri ilk okuduğumda bir iğne batmıştı sanki, ve her okuyuşumda içinden biraz daha çıkıyordu siyah dumanlar. sigaramın pamuk kısmı ıslanmıştı. kafamı birden kaldırıp, "nasıl bir trajedi bu?!" dedim. o an hissettiğim acının tarifi yok. yüzünü gördüm birden, sonra sırasıyla omuzlarını, ellerini ve en son kunduralarını. kahverengi bir ceketi var, ceketinden daha koyu bir tonda gömleği. işaret ve orta parmağının tırnakları diğerlerine göre daha sarıydı. şapkasını falan çıkarmıştı gelmeden, gerek duymamıştı takmaya ki takmasını da istemezdim. hayal gücüydü belki evet, ama ona en çok bunu yakıştırmıştım. tabi ceket giymesine de gerek yoktu ama üşümesini istemedim arka balkonumuz biraz fazla esiyor da. geldi bir sandalye çekip yanıma oturdu, sağ tarafıma. manzaramı izliyordu, her gün izlediğim ve izlemekten bıkmadığım güzel, küflü duvarımı. o da benim gibi bir şeylere benzetiyordu küfleri, bak şurada bir kadın var demek istediğimi anlar gibi güldü. ressam adamdı, koskoca duvarda neler neler görüyordu kim bilir. o gülünce ona baktım, urun ve dudak kısmı yandan bakınca Atatürk'ü anımsatmıştı. ne kadar uzun zaman oldu atamızı anmayalı dedim içimden, üniversitede marş okutmuyorlar and söylettirmiyorlardı. hatırlamak güç oluyordu 21. yüzyılda gerçekleri. bir süre koca duvarı inceledik, ne ben konuştum ne o. sigaram bitmişti, yere atmıştım her ne kadar temizlikçilerimiz kızıyor olsa da. camın kenarına koyduğum marlboro paketini aldım, içinden bir tane çıkarıp yaktım, saygıyla uzattım. almadı. camın kenarındaki pakete yöneldi, sol elini siper ederek sigarasını yaktı, tekrar duvara bakacak şekilde oturdu. ilk nefesinden sonra dalgınlaştı. artık konuşma zamanı gelmişti sanırım, ve düşünceler eksik cümleler oluyor toparlanmayı bekliyordu. ilk cümleyi kurmak zordu, onu bu zorluktan kurtarmak istedim. "hoş geldiniz" dedim, saygı ve hayranlık duyuyordum. aslında benim beynimin odalarından çıkıp geldiğini hatırlatacak bir bakış attı bana, ve hemen düzelttim; "hoş geldin ağabey." gülümsedi. bu bana güzel hissettirdi. aradan tek ölçü olan zaman akıyordu fakat ruhlar karşılaşıp konuşabiliyordu. bunun güzelliği o kadar büyüleyiciydi ki. o an anladım neden bedri abinin şiirler yazdığını, neden benim durmadan bir şeyler karalamak zorunda olduğumu hissettiğimi. edebiyattı, dünyada her şeyin modası geçecek her şey dosyalar halinde bir yerlerde saklanacak, ansiklopedilerde yer edecekti, fakat edebiyat insanın ruhunda hep diri kalacaktı. karşılıklı oturup iki kelime konuşabilecektik edebiyat sayesinde, ışığı sesi biz kuracaktık insanları biz giydirip biz soyacaktık, duvardaki küfleri biz anlamlandıracaktık. abi kardeş olabilecektik hissettiklerimizle, kendimizi kardeş ilan edebilecektik. "ağabey" dedim, "ben hissediyorum. ben senin kelimelerinle hasretleniyor, bir adamın sakallarını seviyorum. ben biliyorum parmaklarındaki sararmışlığı, dökülen saçları kabullenişliği, ben niye bu kadar kötü hissediyorum ağabey? göz yaşı tadını biliyor, boğazımı şuradaki gider borusu sayıyorum. sesini duysam yok oluyor, hissedilemeyecek kadar çok hissediyorum. onun hissedemeyeceği kadar, kimsenin hissedemeyeceği kadar ağabey, bir tek senin hissettiğin kadar. senin hissettiğine inandığım kadar aşkı." bedri abimin gözleri dolmuştu, benim çocuksu heyecanıma aldırış etmeden söylediklerimin derinine baktı. benim yaşlar yanağımdaydı. doğruldu, gözlerini karşıdaki duvara çevirdi. dimdik karşıya bakıyordu. benden de bunu yapmamı beklediğini fark ettim. karşıya baktım, ellerimi yanağıma götürecekken en içten ses tonuyla konuştu. "silme kızım, yaş yerlerde yeşerir yeni çiçekler ve güzel baharlar doğacak yanaklarından." silmedim.

28 Aralık 2015 Pazartesi

"sen hiç hüzünlü bir çocuk gördün mü?" bir an gülmeye başladım. ben gülünce o da istemsizce güldü. güzel ve dinlemekten bıkmayacağım hikayeye giriş yapacaktı. bir an hikayenin devamını hemen dinlemek istemediğimi belli edecek şekilde paketten iki sigara çıkardım. ikisini de ağzıma götürüp yaktım. şaşkın bir ifadeyle bana baktı, yine güldü. gerçekten güzel gülüyordu. sigaranın tekini ona uzattım. yan masada o sırada ruhlarımız oturuyordu, benim içimdeki kadın bacak bacak üstüne atmış, dağınık saçlarıyla hoş bir görüntü oluşturuyordu. adam kadını dikkatle dinliyormuş gibi yanaşıyordu bazen ona, ama genel olarak sandalyesinde rahat oturuyordu. ve o an yan masadakiler bizden daha iyi görünüyordu. ben sigarayı uzattığım anda yan masadaki kadın cürretkar tavrıyla "bir de böyle dene" diyordu adama. bir an yan masadaki kadın kadar çekici olamayacağımı düşündüm. yüzümdeki sevimli ifadeden memnuniyetimi kaybetmek istemiyordum. adam sigarayı içine çekti. ve bir kez daha yaptı bunu, ve bir kez daha.. hayranlıkla onu izliyordum. ince elleri hayranlık uyandırıyordu. kendi komik sigara içişimi düşünüp sigarayı uyduruk küllüğe bıraktım. üflerken duman dudaklarının çizgilerinden geçiyor ve bıyıklarının arasından atmosfere dağılıyordu. onun ciğerlerinden, istanbulun rezil insanları faydalanıyordu. gözleriyle küllüğü işaret etti. küllüğe baktığımda az önce unuttuğum sigaram güzel uzun bir yol yapmış ve kendi kendine sönmüştü. cidden ben ona bakarken bu kadar zaman geçmiş miydi? orada oturduğumuz zaman boyunca hiç birbirimize dokunmadık, karşılaştığımızda nezaketen de olsa sarılmadık ve ya tokalaşmadık. karşılıklı oturduk. "seninle susmak bile güzel" cümlemiz o an "seninle öylece oturup çay içmek bile güzel" oldu. yan taraftakiler aklımıza geldi bir an, baktık, sevişiyorlardı. ulu orta. tüm insanların gözü önünde. çok şaşırmıştım, utanmıyorlar mı dedim. hiç kimse yok ki onların etrafında dedi. anlamadım, etrafımızdaki masaların hepsi doluydu, sokaktan onlarca insan geçiyordu. şaşkınlık ve kızgınlığımı garipsedi bir an, benden böyle bir şey beklemiyordu sanırım. sonra benim anlayacağımı bildiği bir gülümseme belirdi yüzünde. anladım. hep bahsettiği gibi, bu şehirde kimsenin ruhu yanlarında dolaşmıyordu.

27 Aralık 2015 Pazar

"tüm grilikleri kazıyacağım kahverengiye basacak ayaklarım, ayak parmaklarımı öpen adamı hatırlayıp ağlayacağım arka bahçede. balkondan bana bakarak içecek sabah sigarasını, ben elleri mandalina kokan adamı özleyeceğim. dünyayı portakal ağaçları saracak, ve bir mandalina fidanının altına gömecekler beni parmaklarım kökleri olacak. meyvesinden gölgesine gelen çocuklarımı izleyip, yapraklarından nefes alacağım. bir adam zatüreden ölecek nemli duvarlı odada ben sıcak bir evde mumları yakmış pencereden dışarı bakıyor olacağım."

13 Aralık 2015 Pazar

adımlarım yavaş, parmak ucunda ve şeytani. ışık insanların bedenlerinden geçebiliyor, gösterebiliyordu içindekileri. adama doğru yaklaştım, oldukça karanlıktı. orkestra biraz daha sessizleşmişti. hiç bir yere gelememiş bir insanın beynindeki iğrenç cümlelerle karşımda duruyordu adam. ben yavaş ve çizikli tahta zemindeki çiziklere basarak yürümeye devam ediyordum. güzel bir gitar kasasının içine yerleştirdiği bardakları doldurmaya başladı. bunu o kadar kendinden emin yapıyordu ki, onun gölgesinin içine sığabilecek kadar küçülmeye başlamıştım. beyaz dantel işlemeli çoraplarım, ayaklarımın üşümesini engelleyemez oldu artık. ilk başta absürd komedi için sahneye çıkmışken, şimdi bir çok insanın gölgesini büyük gören, ve kendi gölgesinin kıymetini bilen ufak bir kız çocuğu oldum.
tanrı baba, istisnasız hepsinin belasını verir misin?

5 Aralık 2015 Cumartesi

ayak bastığın her şehir girişinde, ayak bastı parası alan adamlarla, minibüste indi bindiye elli kuruş alan şoförlerin akrabalık derecesini merak ediyorum. gereksiz bir şeyle uğraşıyorum şu sıralar, bir şizofren yüzünden aksayan işlerim beni sinirlendiriyor, toparlamak için debelenip duruyorum. eskiden öldürdüğü çocukların katili olmaktan hiç utanmayan adamlar aynı utanmazlıkla tokalaşmak için ellerini uzatıyorlar. kadınlar bağıra çağıra şarkı söylüyor sokaklarda. evlerinin balkonlarında yaz akşamları rakı içen göbekli adamlara seranatlar yapıyorlar. ah şu kadınların umarsızlığı, şarkı söylemeyi seviyorlar. hiç bir şey yapmayan bir kadına dönüşüyorum. evimi unutuyorum, hangi yatakta huzurlu uyuyacağım konusunda kararsızım. evet sonunda buradayım dedirten bir daktilo sesi veya sabah uyandığımda gitarını eline almış günün uyanış sigarasını içen biri yok. yağmur yağmaya başladı bu şehre. kış ayından nefret ediyorum. annemde nefret ederdi hatırlıyorum. bu şehir çok soğuk herkesin yüzüne buz tutmuş tükürükleri taş niyetine fırlatmak istiyorum. önce kendimden başlıyorum, sanırsın şeytan taşlıyorum.
içinden çıkılması zor bir kuyunun tepesinde ayaklarım suya değecek şekilde insanları izliyorum. yüzme bilmediğim için tam olarak girmeye korkuyorum. benim ayaklarımı yıkayan suyu içmek için geliyor insanlar. bazen geliyorlar, su boruları kırıldığında, takım elbiseli bir adam deponun başında düğmelere basarak herkesi kölesi yaptığı zaman. zaten hep takım elbiseli birileri bir şeyler yaparak insanları kendine köle etmedi mi? tanrı bu takım elbiseli adamları niye yarattı? tanrıyı da sorgulamak istemedim bugün. tanrıyı sorgulamak? tanrıyla sohbet etmek ona sorular sormak ve cevaplarını bulmak. belki de bir şizofrenimdir bilinmez. ama saygımla sevgisini birleştirip güzel güzel sohbet ediyoruz.
bugün son zamanlarda her cumartesi yaptığım gibi devlet tiyatrosu oyununa gittim. bu biraz işkence gibi. kendime yaptığım ve kendimi terbiye ettiğim. insanlarla konuşmak istemeyişimi dört beş kat katlıyor. bunlardan birine dönüşmek istemek ya da istememek işte bütün mesele bu. gün geçtikçe kırışıklıklar çıkıyor yüzümde, ellerimdeki çizgiler derinleşiyor ve istediğim hiç bir şeyi yerine getirmeden zamanımı, zamanı çok olan insanların beyninde kurduğu şeylerden uzak tutmak için harcıyorum. huzur bulduğum bir kaç yer var. mavi duvarlı bir oda, sarı dış cepheli küçük bahçeli bir ev, ve kendini hiç bir yere ait hissedememe durumu.
insanlar kendilerince gülüyor. duvarda yürüyen örümceği izledim uyandığımda. telefonu almak için yanımdaki sehpaya uzandım, o sırada gözüme ilişti. gerçekten güzel gözüküyordu. keşke insanlara benim görebildiklerimi gösterebilsem dedim.
güzel geçti yani günüm, küçük bir çocuğun gözünden soysuz bir ailenin küçük kızı olarak kahverengilerimi süründüm.


3 Aralık 2015 Perşembe

mezarlıktaki renkli tüller arasından görülen karanlık düğün,
rengimiz belli değil
şeklimiz değişip duruyor, su gibi adamlar oluyoruz.
suya benzemekten nefret ediyorum.
kaktüsün dikeni kendine batıyor,
yolculuklarımızda at koymuşlar yolumuza,
ben yine kendime gülüyor kendime sövüyorum