2 Mart 2016 Çarşamba

boynunda portakal çiçekleri açan adam. bu yaz sabah altıda kedileri beslemeye adamıştım kendimi. izmire dair elimde olan tek şey, tek gözü enkaz altındaki siyah küçük kedi ve ona diğer kedilerden gizlice verdiğim ton balığı. geceleri uyumak tanrının, düzenin, en başta yaratılmış olanların bedenimize kodladığı bir alışkanlık. tüm bunlara karşı çıkıp yaz gecelerinde bahçedeki minderlerin üstünde sabahladım. karıncaların içinde gezdiğini duyduğum, belkide kedilerin işediği minderlere koydum saçlarımı. bir iki evin ışığı açık oluyordu bazen. içeride ne oluyordur acaba diye düşünürdüm, ağlıyor muydu içerideki, gizlice sigara mı içiyordu, ders mi çalışıyordu etrafındakilerin ışıktan rahatsız olmasını umursamayarak... yazılar yazıyordum o zamanlarda, hatta paylaşmadığım bir romanımın çok sevdiğim bir karakteri bu yaz kendini bulmuştu. bu kendini buluşta yardımcı ve kendisinin de haberi olmayan muazzam biri vardı, boynunda portakal çiçekleri açan adam. bu karakteri bulmak ve tanımak için her gece birileri olup bahçede sigara içiyordum. o bahçede çok güzel sigara içiliyordu. gizlice termosumdan şarap içmediğimde söylenemez. izmirde şarap içmemek biraz garip olurdu. bu karakterimde yaklaşık otuz beş, kırk yaşlarında bir kadındı, yaşına rağmen oldukça güzel bir kadın. benim kedi sever yanımdı ve bir ressamdı. benim yaşlarımdayken sevdiği adamın apartmanının girişine yağlı boyadan resim yapmış ve bunu bir gecede bitirmişti. sabah adamın şaşkınlığının pişmanlığa dönüşünü izlemek için tüm gece çabalamıştı. sonra bir gün fark ettim ki, bu kadın ve ben bahçede karşılıklı sigara içiyoruz. ona kedileri neden sevdiğini sordum, küçük siyah bir kediye yemek verme bahanesiyle uyumadığı gecelerden bahsetti. resim yapmasının nedenini ise, beynindeki karmaşayı nasıl anlatacağını bilememesinden geldiğini söyledi. hayranlık uyandırıcı bir hali vardı konuşurken. çok zayıf bir kadındı, saçları turuncumsu bir renkteydi. askılı beyaz bir tişörtü ve yeşil şortu vardı. nedenini bilmediğim bir şekilde hayranlıkla ona bakıyordum. yaşadığı şeyleri anlatırken yüzünü izliyordum, anlattığı her anıdan sonra gözü bir yere dalıyor, sigarasını yavaşça çekiyordu. bir anda pişman olup olmadığını sordum. ne demek istediğimi bildiği halde neyden pişman mıyım diye karşılık verdi. "apartmanını boyadığın adamın seni sevmemesine rağmen tüm gece resim yapmaktan, insanlardan soğuyacak kadar içlerini görmekten, sevgilisini seninle aldatmaya kalkışan o adamın arkasını toplamış olmaktan.. iyi bir insan olmaktan pişman mısın?" bu kadar uzun konuştuğumu o sırada fark etmemiştim, telaşlıydım ve bilmek istiyordum. cümlemin sonunda telaşıma karşı durarak gülümsedi. hayır dedi, "ben yaşadım, acıyı hissettim. bir insan ağlamadan iyi kalamaz. iyi kalmak konusuna gelirsek, dünyaya karşı durmayı bileceksin. dünyayı kötüleştiren insanoğludur, doğayla yetinmeyen ağaçları kesip bina diken insandır. yakıp yıkan insandır, öldüren insandır. ben insandan daha üstün şeyleri sevdim, kedileri besledim, mandalina fidanları diktim sevdiğim adamların bahçesine. binaları griden kurtarıp en güzel renklere boyadım.". imrenmiştim, kıskançlık değildi bu. imrenmiştim, ben bu olgunluğa ne zaman erişecektim, ne zaman sevdiğim adamların apartmanlarını tuvalim yapacak cesareti bulacaktım. cesur bir kadındı, acı çekmesine rağmen cesareti hiç yok olmamıştı. "nereden geldin?" dedim. "boynunda portakal çiçeği açan bir adamın boynundan düştüm." dedi. anlamsız bakışlarıma karşılık olarak açıklama isteği duydu. "sen antalyada doğmuştun değil mi? sen üç yaşına girecektin o sene. ben daha yeni doğmuştum. nisan ya da mayıs ayıydı. portakal ağaçlarında çiçekler açmış, arabaların olmadığı uzak yerlerde mazot yerine portakal çiçeği kokuyor. bir çocuk vardı on üç on dört yaşlarında. elinde ilk defa gördüğüm bir şeyle bize doğru geliyordu. hepimiz korkmuştuk, çünkü doğar doğmaz öyle şeyler söylediler ki bize, insanların gelip bizi babamızdan ayırdıkları sonra ölülerimizi biriktirdiklerini söylediler. hatta babamızı kestiklerini söyleyenler de oldu. çocuğun elindeki şeyle bizi öldürebileceğini düşünmüştük. gelip babamızın yanına oturdu. elindeki şeyi kucağına koydu, korkum meraka dönüşmüştü. elindeki şeye vurmaya başladı. öyle güzel bir ses geliyordu ki o vurdukça, ben bundan daha güzel bir şey olabileceğini sanmıyordum. sonra o küçücük çocuk minik parmaklarına eşlik etmeye başladı. daha güzel bir şey olduğunu, o şarkı söyleyince fark ettim. hayranlıkla saatlerce onu dinledik, kardeşlerimle. bizim etrafımıza dolaşan insanlar bu kadar güzel konuşmuyordu, seslerinde ya emretme duygusu vardı ya da sesini duyurma çabası. elindeki şeyi yere koyup ayağa kalktı, gitmeye hazırlanıyordu. üzülmüştüm. gitmesini hiç istemiyordum, burada kalsın şarkılar söylesin hep istedim. çocuk dönüp bize baktı, biraz yaklaşıp üzerinde doğduğum babamın kolunu tuttu. babam benim üzüldüğümü görünce dayanamadı ve ayaklarımdaki bağı gevşetti. o çocuk nefes alırken burnundan içeri girdim, toz tanesiydim her yere usulca sokulabilirdim. babamdan ve kardeşlerimden ayrılmış olmanın hüznünden çok, bu çocuğun bir sonraki şarkısını ne zaman dinleyeceğimi düşündüm. bir sonraki şarkısını yolda giderken mırıldandı, sesinin kaynağının daha aşağıda olduğunu anladım ve boğazına indim. oradaki ses telleri diye bilinen kaslara tutundum. yıllardır oradayım. senin beni şimdi tanıman da bundan, sen çok küçük bir çocuktun ellerin yüzün küçücüktü. seni hatırladım, sen de beni hatırlayacaksın. bu kadar zaman sonra karşılaşmamızın nedeni boynuna kurulduğum adamdan kokumu hatırlaman." paketten bir sigara alıp yaktım. mutlu olduğum zamanların kokusu bir adamın boynundan, ses tellerinden saçılıyordu. şarkıyı başa sardım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder