21 Ocak 2016 Perşembe

eşit kollu teraziyi tahterevalli yaptığım gecenin sabahı, kahverengi takım elbisesini giyinmiş kır saçlı adam çocuk parkında, yıllar önce öldüğünü düşündüğü çocuğunun mutluluğunu izliyor. mutluluğun kaçıncı tonundayız, hangi makamdan söylüyorlar ölü çocuklar şarkılarını, ve biz kaçıncı çocuğumuzu öldürdük sabaha karşı. sabahın beşinde doğdu çocuk gri şehirde, ne güzel bir rengi var bu şehrin. pencereden öte griyi koyu maviyle selamlıyoruz. keşfettiklerim sanki sadece benim değil, önceden hissedilmiş. güzel kadınlar ve adamlar. güzel adamlar. kaç güzel adam kaldı ki, güzel sesli bir kadının şarkılarında kalan. topalladım bir süre, kıvırcık sarı saçlı bir kadın olup yolun karşısına geçtim, iyi yürekli diye kendini tanımlayan insanlar bana öncelik verdi. iyi yürekli, acıyarak bakan.. kendime güzel trajediler doğuruyorum, çocuklarımı öldürüp çocuk gibi adamları seviyorum. uyurken kirpiklerini tek tek boyuyorum, avuç içlerine şehrin griliğini yok edeceğine inandığım mandalina fidanları ekiyorum. beyaz duvarlara kovalarca boya döküyorum, sonra tenimdeki boyaları tırnaklarımla kazıyorum. tenimin rengine özlem duyuyorum. hangi boyaları karıştırırsam karıştırayım beceremiyorum o rengi bulamıyorum. kollarımı açıp beni ezecek arabalara kucak açıyorum, açıyoruz. soğuk ölümün güzelliğine ikna ediyorum adamları. bira şişelerinden bir kabile oluşturuyoruz, zenci kadınların kıvrımlarının olduğunu düşünüp tüm şişeleri karşıdaki çatıya atıyoruz. martıların ayaklarına ölü zenci kadınlar batıyor, pencere önünde sigara içip onları izliyoruz, kahkaha atmakla ağlamak arasında bir yerdeyiz. sarhoş olmanın ne denli bir şey olduğuna dair sohbet ediyoruz, ben gereksizliğini savunuyorum. insan yapmak istediği şeyleri yapabilmek için yeterli cesarete sahiptir ne gerek var bir bahanenin altına sığınmaya diyorum. çocuk olmak için mey mi gerek illa? aldığı bira şişelerinden birini alıyor eline, bahanesinin eksikliğini hissetmiş olacak ki atıyor karşı çatıya. kuşlar her yere kan damlatarak uçuşuyor korkudan. üşüyoruz. pencereleri kapatıp karşısındaki kanepe de oturuyoruz. ilk girdiğimde sarı ışığı rahatsız eden odayı inceliyorum. odanın denizi ve gökyüzü birbirine çok uzak, gerçekte de bu kadar uzak mı gökyüzüyle deniz? denizin üzerinde uyuduk bir süre, suyun üzerinde gecenin bir vakti, soğuk da aslında çok hissettirmedi kendini o sırada. yıldızlı gökyüzüne bakarken geldi güzel soğuk. Kumu battaniye yaptık kendimize. dolabında ayak izimi bıraktım, kalıcılığı tartışılır ama ayak bastığım yerde yeni dalları filizlendi öldürülen ağaç parçasının. o görmedi. bakmıyordu. saçlarımı topladığım kalemle ses tellerine notalar çizmek istiyordum. o kalemime karşı bir kılıç hazırlıyordu. ne gerek vardı savaşmaya? hem kendimizi koruyacak bir kalkanımız da yoktu, yastığı keserdi kılıç, kağıdı delerdi kalem. bu bir savaş mıydı bilmem, ama güzel yenilgiler attık sepetlerimize. benim gözümdeki yenilgiler onun kirpiklerinde gökkuşağıydı. her kadın gibi olumsuzlukları görmekten alamadım kendimi, kaçacak bir evim yoktu. kaçtığım bir ev oldu, belimdeki kuşağımı çıkarıp yüzümdeki savaş boyalarıma dokundu. sonunda ölmedik ya, ne o beni kılıcıyla yaraladı ne de ben onun yüzüne bir şeyler karaladım. biraz yüzdük biraz uyuduk, kuşların ayaklarını kestik, bugünün çocuk katili biz olduk. ölmedik. birbirimizin çocuğu olup, birbirimizin çocukluğunu sevdik. sarılmak dünyanın en kıymetli şeyiydi. sarılmak beraber gömülmek gibiydi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder